Nesne Nedir?

720 720 Ahmet Turan Esin

Bu yazı serisinde, nesne kavramı hakkında bazı temel düşünceleri tartışacağız.

Nesne hakkındaki düşünceler, kişinin varlık hakkındaki temel tasavvurlarını, temel yargılarını belirleyen temel düşünceleri teşkil ederler. Mesela ontoloji, varoluş ve ilahiyatın ilk alanları, bu konudaki tasavvurların güdümünde, bu konudaki hükümlerin sevki altında oluşur. Belli başlı bir düşünce manzumesi tertip etmemiş durumda bile olsa, nesne hakkında bir tasavvuru olan da, aslında bir ontolojiye, primitif düzeyde bir varoluş düşüncesine zaten sahiptir. Nesne hakkında bir tasavvur söz konusu olmadan, günlük işlerin, günlük konuşmaların yapılması da olanaksızdır.

Entelektüel ilgileri ve uğraşıları ontoloji ve ilahiyat dışında gibi görülen alanların içinde hareket eden biri bile, ne yaparsa yapsın, düşünmeye veya konuşmaya başladığı anda, nesne hakkında da düşünmeye, nesne hakkında da konuşmaya başlamış olur. Kısacası, bu konu, genel ve temel bir konudur.

Ancak tüm bu temelliğine ve genelliğine rağmen, doğrudan “nesne nedir? Nesnenin mahiyeti ve temelleri nelerdir? Nesne kavramının kendisi hakkında neler düşünülmelidir?” gibi soruları soran ve doğrudan nesne kavramı hakkında araştırma yürüten çalışmalar, yaygın değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Bu meseleyi en iyi şekilde çalışabilecek iki köklü kurum olan, felsefe ve ilahiyatta bile, bu tip araştırmalar hayli nadir gerçekleşir. Bunun böyle olmasının  en önemli nedeni de, bu meselenin nesnesinin, bizatihi nesne kavramının kendisi olmasıdır. Nesnesi nesne olan bir kavramsal araştırmayı yürütmek, araştırmanın kendisinde kullanılan nesnelerin kendilerine yönelmek kabilinden temel bir sorgulamayı gerektirir. Böyle bir sorgulama ise araştırmada kendisi içinde hareket edilen mekanın, kullanılan tüm donanımın, kendisine yaslanılan tüm temellerin de yoklanmasını, sınanmasını, yani sorgulanmasını göze almayı gerektirir. Bu da herkesin göze aldığı veya göze almak isteyebileceği bir şey değildir, olmamıştır. Ancak nesne hakkında böyle bir sorgulama yapılmadan da, aslında nesneler dünyası içinde sağlam ve gerçek bir bilgi ve bu gerçek bilgilerle yürüyen bir yaşam içinde olup olmadığımızı da bilemeyiz. Bu bakımdan gerçeklik ve sağlamlık arayışında olan biri için, bu tip sorgulamaları göze almak başkalarında olduğu kadar zor gelmemeye başlar. Ancak bunun sonunun getirilmesi yine de zordur, hep zor olmuştur.

Kısacası, bu bağlamları dikkate alarak, bu yazı serisinde yürünecek yolun panaromasını kestirebilmek mümkündür.

Konunun bir çok açıdan zorluğu ve bir çok açıdan da yabancılık uyandırabilmesi nedeniyle okuyucuyu yorması muhtemeldir. Elimizden geldiğince, dikkat edilmesi gereken temel noktalara dikkatleri çekmeyi ihmal etmeden, ama işi çok fazla çetrefil hale de getirmeden, yürümeye çalışacağız. Umarız, okuyana bir faydası, bir anlamı olur.

Öncelikle ne dediğimizi önce bir duymak, bir işitmek adına ve kolaylık da sağladığı için, nesne sözcüğünün dilsel anlamlarına bakarak, araştırma ve tartışmaya başlayabiliriz.

Nesne sözcüğü, Eski Türkçeden gelir. “Ne ise” ifadesinden oluşmuştur. Ne ise, ne ise o, nasıl ise, ne durumda ise, yani her ne ise o demektir. Bir varlığın özünü veya durumunu ve yapısını bildirir. Çoğulu için -ler eki kullanılarak “nesneler” denir.

Dilimizde “nesne” anlamı “şey” sözcüğü ile de karşılanır. Şey, Arapça’dan ve esasen Kur’an-ı Kerim’den dilimize geçmiştir. Sözcüğün kökeninde ne olduğu tartışmalıdır ancak genel görüşe göre “istedi, diledi” anlamına gelen “şa’e” fiilinden gelmiştir. Bu haliyle de hayli ilginç çağrışımlar yapmaktadır. İstemek anlamına gelen “meşiet” de bu yüzden “şey” kelimesiyle ilişkili olarak düşünülür. Çoğulu “eşya”dır. Şey ve eşya sözcükleri hem lügavi, hem kelami hem de felsefi alanlarda hayli tartışılmış ve çok temel tanımlamaların konusu olmuştur.

Nesne ve şey yerine bugün “obje” sözcüğü de kullanılmaktadır. Bu da dilimize Fransızca’dan girmiştir. Ona da Eski Latince’den kalmış bir sözcüktür. Obje, genel olarak dünyada “nesne” anlamına gelecek şekilde kullanılan  “objekt” sözcüğünün Türkçedeki kullanımıdır. Objekt de, Eski Latince’de “obiectivus”tan gelir. Bu sözcüğün de anlamı hayli ilginçtir. Obiectivus, “zorla fırladı”, “fışkırdı”, “atıldı” gibi anlamlara gelir.

Dilimizde “varlık”, “yaratık”, “mevcud” gibi sözcükler de nesne yerine kullanılabiliyor. Bunlara da kısaca göz atalım.

Varlık, varmak, varı etmek anlamlarından gelir. Varmak, bir yere ulaşmak, bir yere gitmektir. Varı etmek, mülk edinmek, sahip olmak anlamlarına gelir. Türkçedeki “v” ve “b” seslerinin yer değişimi itibariyle, aslı “bar” olan “gitmek” fiilinden geldiği düşünülür. Bu bakımdan da sulh manasında kullandığımız “barış” sözcüğüyle aynı köke sahiptir. Barış, “ış” ortacıyla, karşılıklı “varmak” anlamına gelir; yani uzlaşı, müşterek bir yere gelmek, erişmek anlamındadır.

Yaratık da “mahluk” karşılığında kullanılır. Aslının uyumluluk, donatım anlamındaki “yara” olduğu düşünülür. Yaraşmak, yaramak ile aynı köke sahiptir. Yaratılan anlamında kullanılması, bağlamına göre çok farklı anlayışlar ifade edebilse de, tüm bu anlayışlarda ortak olan durum, bu şeyin “edilgen” konumda olmasıdır. Yani yaratılmış, yapılmış, eylenmiş bir şey olmasıdır. Bu haliyle de obje sözcüğüyle benzer durumda, yani bir fail ve mef’ul bağlamında bulunur. Oysa “nesne” ve “şey” için, doğrudan bir fail- mef’ul ilişkisi düşünmek gerekmez. Ancak bağlama göre gerekebilir. “Objekt” bağlamında dikkate alınan fail de “subjekt” sözcüğüyle ifade edilir. Dilimizde bu “suje” diye telaffuz edilir.

Mevcud da, uzatmadan söylersek, Arapçadaki bulmak anlamına gelen “vecede” kökünden türetilmiş bir edilgen sözcüktür. Var edilmiş anlamına gelir. Bulmak ve olmak sözcüklerinin anlamlarıyla kardeştir. Vicdan, vecd gibi kelimelerle alakası düşünülürse, anlam yükleri bakımından bunun da hayli ilgi çekici olduğu görülebilir.

Ancak tüm bunların yanı sıra ifade etmek gerekir ki; kelimelerin köklerini ve zaman içinde aldıkları muhtelif anlam yüklerini bilmek ve anlamak ve daima göz önünde bulundurmak her ne kadar önemli ve gerekliyse de, daha esas ve öncelikli amaç olan, etimolojik anlamların ötesinde “kavram” terkip etmektir. Kavram terkibinde de esas olan hususlardan biri, kavramı terkip edenin dikkate aldığı ihtiyaçlardır. Bu bakımdan, kavram terkip edenler, dilsel ve kültürel birçok anlam yükünü gözardı etmeden, bu alanlardaki bazı amaç ve temelleri aşabilen birçok şeyi dikkate alabilirler. Bu nedenle esasen dikkate alınan ihtiyaçların mahiyeti, kavramların da mahiyetlerini bir oranda belirlerler.

Bu yüzden kavram terkibinde kendisinde işçiliğin yapıldığı bazı tanzim edilmiş alanlar da bu tip çalışmalarda kullanılan sözcüklere ve onların terkip edilmesi faaliyetine bir çok farklı işlevsel özellikler kazandırabilirler. Bunları bazı örneklerle kolayca anlarız. Mesela bir dernek tüzüğü için terkip edilen kavram ile, felsefe veya ahlak gibi bir alanda terkib edilmiş ve işlenmiş bir kavram, birçok açıdan farklılık gösterebilir. Benzer şekilde bir dilci için tespit edilen anlamlar, düşünsel veya manevi bir ilimle iştigal eden biri için yeterli olmayabilir. O yüzden bu tip alanlar kendi sorunlarına yeterli bir anlamlılık verebilecek şekilde bazı kelimeleri  farklı sınırlandırma ve genişletmeler dahilinde işleyip yeniden üretebilirler.

Bizim buradaki araştırmamız da ilmi açılardan nesne kavramını ele almayı amaçlamaktadır. Ve birçok alandan farklı kabul edilebilecek ihtiyaçları dikkate almaktadır. Bu nedenle belki de anlam çerçevesi sadece bu yazıya inhisar edebilecek kadar özelleşmiş bir “nesne” anlayışı geliştirmek yoluna gitmemiz mümkündür. Yine de bu özelleşmiş nesne anlayışı, nesne hakkında diğer alanların ve dillerin anlayışlarıyla muhtelif açılardan anlam ortaklığı da bulundurabilecektir. Ayrıca eğer özelleşmiş bir anlayış, bu anlayışın dışında görülen anlayışları genişletme imkanına da sahipse, bu özelleşme, genelleştirmeye ve dolayısıyla hariçteki anlayışlara kanun vermeye de müsait hale gelebilir. Esasen bu tip bir imkan, farkedilen sorunun mahiyeti, yani talep edilen hallin genelliği ile alakalı olarak kendiliğinden ortaya çıkar. Bir ihtiyaç ne kadar genel ve esas ise, bu bağlamlar itibariyle elde edilen veya üretilen karşılık da, o denli genel ve esastır. İhtiyaca yönelik getirilen bu karşılık, bir anlam haline dönüşerek, yüklenmeye hazır hale getirilir. Bu anlamın yüklendiği kelime de, bu bakımdan bu anlam yükü itibariyle farklı bir genellik ve esaslılık özelliği gösterebilir konuma gelir.

Bu açılardan esasen işe, kavramı terkip edecek olanın, kavrayışı ve kavradığı itibariyle bakmak gerekir. Çünkü ihtiyacın kavranması ve bulunabilmiş bir karşılığın kavraması, burada esastır. Netice olarak, kavramın esası, kavrayan ile kavranılanın esaslarına da bağlıdır. Bilhassa terkibi oluşturan bakımından öncelikli olan da, kavrayanın esasıdır. Kavrayanı dikkate almadan, bütün bir işi kavram ve kavramın ifade edildiği sözler üzerinden yürütmek, bu nedenle hataya sebebiyet verir. Kavramın oluşması bakımından, kavrayanın esası ise, kavrayandaki tasavvur faaliyetidir. Yani bu bakımdan tasavvur, kavrama evveldir.

Tasavvur ile, basitçe imgeleme veya düşünme fiilleri anlaşılmamalıdır. Tasavvur, bunların da işin içinde olabildiği, daha temel bir faaliyettir.

Tasavvur, sözlük itibariyle bakarsak, bir suretlendirme faaliyetidir. Bu bakımdan tasavvur sözcüğünü “suret” kavramı esasında anlamak gerekir. Suret ise, “görüntü”, “görünen”, “resim”, “biçim”, “şekil”, “muhteva” gibi anlamlara gelir. Tasavvur, bu bakımdan, görmekle alakalı bir faaliyettir. Burada da görmek, sadece gözle görmeye münhasır olarak alınmak zorunda değildir. Düşünerek görmek, algılamayla görmek veya başka bir şekilde görmek, tasavvurun kapsamı altına girebilir.

Sonuçta kavram terkibinde esas olan, tasavvurdur. Tasavvurun esası da, çok geniş manada, idraktır. Burada idrakı, yine çok geniş manada “tecrübe” kapsamında anlamak gerekir. Çok geniş manada diyoruz, çünkü mesela duyumsama yoluyla elde edilen bir tecrübe olduğu gibi, rüya da görülen, düşüncede görülen, hayalde görülen veya başka bir esasta, mesela gönülde görülen de tecrübedir. Bu nedenle idrak, geniş manada tecrübidir; ancak tecrübi olan, düşünme ve algılama ile sınırlı değildir.

Kavram terkibi, sonuç olarak geniş manada tecrübe esasındaki tasavvura dayalıdır. Tecrübenin ve tasavvurun esasları iptal edilerek işlenen ve tedavüle sürülen kavramlar, bu bakımlardan asılları meçhul kavramlar olurlar. Aslı meçhul olansa, ya asılsız olduğu için meçhuldür yahud henüz aslı olup da henüz kavrayanın tecrübesinde aslı görülmediği için meçhuldür. Geniş manadaki tecrübeden ve tasavvurdan iptal edilmek yoluyla oluşmuş aslı meçhul kavram, aslı olmayan kavramdır; en azından tecrübede ve tasavvurda aslı olmayan kavramdır. Bu tip kavramlar çoktur. Hatta bu manada asılsız kavram üretmek amacıyla imal edilmiş şeyler bile vardır; mesela bilgisayarlar veya yapay zeka adı verilen şeyler gibi.

Aslı olmayan kavramı bu yüzden sadece düşünmek veya bu anlamda analiz etmek yoluyla tespit etmek mümkün değildir. Tecrübenin esası burada belirleyicidir. Tecrübeyi çok geniş manada anlamadan, bu noktaların anlaşılması da olanaksızdır.

Burada geniş manada tecrübeye, mesela gönül esasındaki tecrübe diye bakılırsa, burada kastedilen durum daha iyi anlaşılabilir. Gönül esasındaki tecrübede yeri olmayan, gönül bakımından aslı olmayan bir kavramdır. Bazı kavramlar mesela gönülden çok daha aşağıda bir yerde asla dayanabilir; o takdirde de o kavram, sadece o yer itibariyle aslı olan bir kavramdır. Daraltılmış tecrübe çerçevesi itibariyle aslı olan bir kavram da olabilir. Bu daraltılmış çerçeve, bizatihi mesela bazı  asli yerlerin kapatılması yoluyla oluşmuş ise, bu çerçeveler dahilinde aslı olan kavramlar, daraltılmış çerçevede yeri olsa da, bu yerin bir “kapatma” yeri olması nedeniyle, aslında “kapatmanın” birer kavramları olurlar.

Her halükarda her kavramın esası, tecrübe ve tasavvurdur. Tecrübenin ve tasavvurun mahiyeti, kavramın da mahiyetini belirler. Tecrübenin ve tasavvurun durumu, kavramın da durumunu belirler. Kendine mahsus tecrübeyi ve tasavvuru aşan kavramlar, sınır ihlali, daraltanlar ise, kaynak ihmali yapmış olur. İhlal ve ihmalden de “karışıklık” doğar. Kavram karmaşası, bu karışıklığın bir uzantısıdır ve yol açtığı belaların da haddi hesabı yoktur!

Bu bakımdan kavram karmaşasına düşmemek için son derece dikkatli olmak gerekir. Yani bu şartları anlamış biri için, kavram terkibi, kavram terkip edenin boyuna sorumluluk yükler. Bu sorumluluk, o kavramı kullananın da boynuna borçtur. Yani kavramlarla yürümek, sorumluluk ister. Sorumluluklarını yerine getirmeyenler, zarara sebebiyet verirler ve kavram esasında hareket eden varlıkların haklarını ihlal etmek açısından da, suç işlemiş olurlar.

Bu tür suçların bedeli bir yerde ve bir şekilde, ama mutlaka ödetilir… Hem de zarara uğrayanların elleri tarafından.

Neticede kavramın aslı tecrübidir. Bu tecrübi olanda, işi başlatan bir takım şeyler vardır. Biz bunlardan “ihtiyaçı” zikrettik. İhtiyaç duyulan şey itibariyle başlayan süreç, süreçin sonunda elde edilmiş ürünün, mesela kavramın, esastan belirleyicisi olur. İşin çalışma mantığı budur.

İhtiyaçı duymanın yanı sıra, onu ifade etmenin de yolları vardır. Lügavi anlamının da uygunluğu bakımından, ihtiyaçı ifade eden bu şeye “sual” diyebiliriz. Malumdur ki “sual”, hem “soru” anlamına gelir, hem de “ihtiyaçın giderilmesi için oluşan, istek” anlamına.

İhtiyaç duyanın mahiyeti ve ihtiyaç duyulanın mahiyetleri farklılık gösterebildiği için, sualin de birden çok yeri vardır. En bilinen haliyle söylersek, dile gelmiş bir istek sual olabildiği gibi, dile gelmemiş ama ahval itibariyle konuşan ihtiyaç da, sual olabilir. Bazı varlıklar dilde telaffuz etmeden, ahvalleri itibariyle sual ederler. Hatta her bir şey, her bir hal ve konumda, varlığının devamı veya varlığının kemali için, kendi Yaratanlarına daima sual halindedirler. Bu sual, aslında bir istemedir, taleptir. Karşılığında verilen de, suale göre bir cevaptır, bir karşılıktır. Bu nedenle hal ile belirtilen suale, hal ile cevaplar verilebilir. Varlığın devam ediyor olması da, her an ve her durumda varlığını devam ettirme sualinde olana, ona varlığını verenin bir cevabıdır.

Daha özel ve belirlenmiş sualler de, farklı suretlerde cevaplanabilirler. Tüm bunlar, tecrübe yoluyla tetkik edilebilen hususlardandır… ancak tecrübenin çok geniş bir şekilde tutulması kaydıyla.

Kavramsal açıdan sualin anlamlarını daha da belirginleştirmek istersek, suali, yaygın şekilde ifade ettiğimiz haliyle, “soru” ve sorun” sözcükleri itibariyle de ele alabiliriz.

Bu nokta itibariyle, meseleye gittikçe daha iyi bir şekilde girmek için, soru ve sorun üzerinden ilerlemek faydalı olacaktır.

Burada da soru ve sorun arasındaki dereceleri dikkate almak gerekmektedir. Bu yüzden bunlar arasındaki ayrımları da kısaca açalım.

Bu husustaki derinlikli çalışması bakımından Teoman Duralı’nın “Sorun Nedir” başlıklı eserine başvuruyoruz.

Teoman Duralı, Sorun Nedir başlıklı eserinde, bu iki kelimeyi kavramsal alanları itibariyle ayırmıştır. Buna göre soru, mesela algılanan bir kalemin ne olduğuna yönelik bir surette, cevabı basitçe verilebilen bir taleptir. Örneğin masa üstündeki kalem işaret edilerek “bu nedir?” diye sorulsa, bu soruya “bu kalemdir.” diye basit bir cevap verilebilir. Bu şekilde algılanan somut nesnelere yönelik, ve genelde çocukken sorduğumuz “bu nedir” sorusu, soru kavramının en bilinen ve en güzel örneklerinden biridir.  Tanımları daha yaygın ve daha kolaylıkla yapılabilen her türlü şey için bu durum geçerlidir.

Ancak, her soru aynı düzlemde değildir, çünkü soru konusu edilen şeyin düzlemi aynı değildir. Mesela, soyut ve gittikçe aşırı soyut şeyler için oluşturulan benzer sorular, öncekilerden farklı olarak, daha kapsamlı, daha zor ve bir çok farklı yere temas edebilecek keyfiyette olurlar ve bunlara kolaylıkla cevaplar verilemediği görülür. Sözgelimi, “iyi nedir?”, “kötü nedir?”, “adalet nedir?” gibi, Teoman Duralı’nın ifadesiyle, “aşırı soyut” şeylerin “bu kalemdir” cevabında olduğu gibi basitçe cevapları yoktur. Bu tip sorular, masa üstündeki kaleme yönelik sorulan “bu (kalem) nedir” gibi bir sorudan, çok titiz akılyürütme ve daha ötesi şeyleri idrak etmeyi veya en azından dikkate almayı gerektiren bir keyfiyete sahiptir. Bu nedenle bu tip soruları ayırt etmek için, bunlara “soru” demek yerine, “sorun” demek gerekir.

Bu ayrıma göre, soru’nun cevabı vardır; fakat sorun’un cevabı olmaz. Daha doğrusu, sorun’un cevabı, “çözüm” veya “hall”dir. Yani sorun, çözülür veya halledilir. Bu yollarla cevaplanır. Rahmetli ve saygıdeğer Teoman Duralı’nın bu hususta iktibas edilen görüşleri bu yazıda şuan bu kadardır. Bu görüşleri de dikkate alarak devam ediyoruz.

Yukarıda kısaca sualin, soru ve sorun olarak nasıl ayrımlanabileceğini görüyoruz ve anlıyoruz. Ancak, biz her iki kavramın da başka ortak noktalarına bakarak, bu ayrımın daha ilerisine gidilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda dikkat edilmesi gerekir ki, hem soru’da hem de sorun’da ortak olan noktalardan biri, “tamamlanmamışlık”tır. Yani “eksiklik”tir. Dikkatli bir şekilde bakıldığında, hakkında soru oluşturulan şeyin, soruya sahip olanda her neyi eksik ise, o eksik nokta, o şey hakkındaki tamamlanmamış nokta olarak, kişide “talep” oluşturur. Yani kişi, şeydeki eksikliğin giderilmesini “ister”. Giderilmesi gereken eksik ise, o şeydeki eksik her ne ise, odur; yani o şeyde elde bulunmayan “her ne ise”, istenen odur. Böylece eksikliğin giderilmesiyle, o şeyin “tamamlanması” sağlanır. Yani istenen asıl şey, bir bakıma, “tamamlanmışlık”tır. Dolayısıyla burada soruyu ve sorunu oluşturan bir müşterek kavram ikilisi vardır: “tamamlanmışlık” ve “tamamlanmamışlık”.

Yine, bu bağlamda, bir başka kavram ikilisi daha vardır. Bakılırsa, Teoman Duralı’nın ayrımı itibariyle, soruda istenen şeyin basitçe karşılanması, soruda istenen şeyin bulunduğu keyfiyet itibariyle kendiliğinden sunduklarının, daha belirgin olması nedeniyledir. Sorun konusu edilen şeyde ise, bu anlamda bir belirlilik söz konusu edilemediği için, sorun’un karşılığı daha basit şekilde verilememektedir. Yani, daha “belirgin” olarak algılanan, ve elle işaret edilerek gösterilen masa üstündeki şu kalemin ne olduğu sormak ile, bu kadar belirgin bulunmayan “iyi nedir” diye bir soruyu sormak arasındaki temel fark, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, aslında bir “belirlilik” ve “belirsizlik” farkıdır. Dolayısıyla burada “tamamlanmışlık- tamamlanmamışlık” ikilisi gibi esas olan bir başka husus daha vardır. O da “belirlilik” ve “belirsizlik” durumlarıdır. Bu bakımdan soru’un ve sorun’un bir diğer müşterek kavram ikilisi de, “belirlilik” ve “belirsizlik” kavramlarıdır.

Böylece ihtiyaç bildiren sualin en temelde iki adet kavram ikilisi itibariyle dikkate alınması gerektiğini anlamış oluyoruz.

Bu kavram ikilileri dikkate alınarak, nesne hakkındaki düşünceleri açmaya yönelik sorular ve sorunlar oluşturmak, bu ikililerin söz konusu olduğu her şey ve her durum için geçerli olan genel soruların ve sorunların peşine takılmak demektir.

Kısacası, “nesne (şey, ve obje)” hakkındaki araştırmamızda ihtiyaçlarımızı ifade eden suallerin domine edici meselelerini belirlemiş oluyoruz: “tamamlanmışlık- tamamlanmamışlık” ile “belirlilik – belirsizlik”  düşünceleri.

Makalenin en başındaki soru da bu bakımdan iç anlamını açığa çıkartmış oluyor. Buna göre, “nesne nedir?” sorusuyla (veya sorunuyla), bu yazıda şu soruları sorduğumuzu anlıyoruz:

“her ne ise o” olarak “nesne”nin, tamamlanma esası nedir?

“her ne ise o” olarak “nesne”nin, tamamlanmamış durumu nedir?

“her ne ise o” olarak “nesne”nin, belirlilik esası nedir?

“her ne ise o” olarak “nesne”nin, belirsizlik durumu nedir?

Bu bakımlardan da, nesne, aslında, nedir?

Bu suretle, cevapları aramaya başlıyoruz. Bu cevapları ararken sonradan farkedilecek yeni ihtiyaçlar ve bunlardan doğan yeni iç sorular da, bu araştırma içinde kendiliğinden kendi kendine her ne ise o şekilde belirip işi tamamlama amacıyla yoluna doğru gidecektir…

Leave a Reply

Your email address will not be published.