Akıl ve Nübüvvet Birliği Üzerine

Hat: Nuri Garcia Masip Kalem Güzeli
600 497 Ahmet Turan Esin

Ey sözlerin aslını bilen
Gel söyle, bu söz nerden gelir

Yunus Emre

 

Bu makale akıl ve nakil çatışması olarak düşünülen sorun hakkında, sufi nokta-i nazarından bir değerlendirme ve de çözüm önerisidir.

Giriş kısmında “akıl ve nakil çatışması” olarak düşünülen meseleyi özetle tasvir ediyoruz ve bu sorunun kavramsal açıdan yerküredeki her toplumda bulunsa da Müslümanlardaki hâlinin farklı olduğunu ve bu nedenle çözümünün de farklı olduğunu hatırlatıyoruz.

Bu sorun “zemin ve sahne” tasavvuru dikkate alınmadan yeterli bir şekilde analiz dahi edilemez, bu bakımdan “2. Zemin ve Sahne” kısmında bu tasavvuru bağlam dahiline alıyoruz.

“3. Akıl ve Nübüvvet Birliğinin Zemini” kısmında mevzubahis meselenin “olmak” cihetinden nasıl halledilebileceğini göstermeye çalışıyoruz.

Sonuç kısmında bir sufi nokta-i nazarından bu tip meselelerin “fikri” bakımdan da tanzim edilmiş bir sistematikle ele alınabilmesi için yapılması gerekenlere yönelik önerilerde bulunuyoruz.

Ülkemizde bu tip meseleler maalesef bir fikrî sorunsal olarak değil de toplumsal çatışma aracı kılınarak gündeme getirilmektedir ve bunun vahim sonuçları vardır. Bu yüzden bu tip meseleleri “bireysel idrak meselesi” kılmanın her zaman çok önemli olduğunu unutmamak gerekmektedir. Toplumumuzu ilgilendiren “kimliksel” sorunları önce “bireysel idrak meselesi” kılmadan, toplumsal müdahelelere girmemeyi prensip edinmek bize büyük mesafeler kazandırır. Aksine işleri bireysel olarak hallettikten sonra, bunları toplum için bir öneri şeklinde hazırlamaya bakmak ve iyi niyeti koruyarak sabır ve dirayetle iş üretmek lazımdır.

Umarız “Kamu Alem”de yapılacak tüm çalışmalar bu yönde faydalar sağlayan birer adım olmayı başarır ve toplumsal mevcudiyetimize katkıda bulunur.

Eksik ve hatalarımız elbetteki düzeltilmeye açıktır.

1. Giriş

Akıl ve nakil çatışması olarak bilinen sorunu hatırlayarak başlayalım.

Tarihte birçok kültürde, doğruluğun elde edilme yolunun ne olacağı aranmış, tartışılmıştır. Müslümanların kültüründe de benzer tartışmalar yaşanmıştır. Kısaca ifade edersek, doğru bilginin elde edilmesi için iki farklı kaynağın bulunduğu kabul edilmiştir: bunlardan biri “kutsal haberdir”, ve bu bakımdan Peygamberdir, diğeri ise “muhakemenin ürünleridir”, ve bu bakımdan da düşüncedir; tarihte bu ikincisi “akıl” olarak da anılmıştır.

Kültürde Peygamber ile irtibatın keyfiyetine de bağlı şekilde söz konusu kutsal kaynak, nakil olarak adlandırılmıştır. Şöyle ki, eğer Peygamber ile, kendisine aktarım yapılanların arasında raviler varsa, bu, Peygamberden aktarılanlar anlamında bir nakildir; diğer anlamdaki nakil, kişinin doğrudan Peygamber’den haber alması ve bu bakımdan bu sefer İlahi Kaynaktan Peygamber vasıtasıyla aktarım yapıldığı düşüncesi anlamındadır; bu da nebevî nakil olarak anılmıştır.

Bu iki anlamıyla naklin ilki rivayet, ikincisi nübüvvet olarak adlandırılır, yani “rivayet olarak nakil” ve “nübüvvet olarak nakil”. Sonuç olarak hem rivayet hem de nübüvvet, farklı bağlamlarda da olsa “nakil” olarak düşünülmüştür.

“Rivayet olarak nakil” ve “nübüvvet olarak nakil”  düşüncelerinin daha farklı ayrımlarını üçüncü bölümde yapacağız; ve bunlara ne surette nakil denebileceğini sufi cihetinden değerlendireceğiz.

Akıl hakkındaki düşünce de şöyledir:

Kültürde akıl, insanların kendilerinde genel olarak “mevcut” olduğu düşünülen, dolayısıyla raviden ve nebiden ayrıca “faal” olarak mevcut olduğu kabul edilen, bir diğer “kaynak” olarak düşünülmüştür. Bunlara göre, eğer aklın faaliyetinde “fark” varsa, o zaman bu konuda çalışmalar yapılmalı ve aklın faaliyet gücünün artırılması sağlanmalıdır. Bu bakımdan akıllar arasında da, nakillerde olduğu gibi, fark olabilir; fakat sonuç olarak nihai esas akıl olduğu için, burada genel olarak akıl suretinde bir kaynak düşünülmüştür.

Üçüncü bölümde akıl olarak düşünülen kaynağın akıl mı yoksa başka bir şey mi olduğunu değerlendireceğiz.

Bu bağlamlarda, kısacası doğruluğun husûle getirilmesinde iki “farklı esasta” kaynak düşüncesinin kabul gördüğünü söyleyebiliriz.  Kabul gören bu kaynaklar arasında da “uyumun” bulunmadığı düşünüldüğünde, buna “akıl ve nakil çatışması” denmiştir, mesele de budur.

Bu, rivayeti, nübüvveti, veya bu anlama benzeyen özel bir “kaynağı” meşru sayan her toplumda benzer şekilde bir yerden sonra sorunlar yaratmış bir meseledir ve bu bakımdan da bu sorun, aslında farklı kılıklarda yerkürenin bir çok yerinde görülmüştür. Yani Müslümanların kültüründe görülen bu mesele kendine münhasır bir çatışma değildir.

Çünkü, kavramsal açıdan bakıldığında, akıl ile nakil çatışması olarak düşünülen mesele, “bireye ait olan” ve “içsel olması gereken” düşünce yetisini kaynak almak ile, “dışarıdan gelen” bir başka aktarımı da kaynak almak suretiyle -ki buna nakil denmektedir- oluşan bir “uyum veya çatışma” meselesi olarak düşünülmelidir. Ancak, dışarıdan aktarıldığı düşünülenler arasında elbetteki “esası” itibariyle fark bulunması suretiyle, Peygamber ve öbürleri bir değildir. Başka kültürlerde dışarıdan aktarımda bulunanlar, mesela ebeveyn, anâneler, veya bir takım öğretmenlerdir, ama Müslümanlarda aktarımda bulunduğu düşünülen, Peygamber’dir veya Peygamber’e isnad edilendir; Peygamberin “esası”, burada fark oluşturan nokta olduğu için, diğer kültürlerle Müslümanların “kavramsal” açıdan birleşir göründüğü bu mesele, “esas” bakımından aynı değildir. Dolayısıyla “çözüm” yolu da Müslümanlarda daha “özel” bir mahiyettedir. Bu hususları daha açık hâle getireceğiz.

Peki bu meseleler ortaya atıldıktan sonra ne olmuştur?

Elbetteki her toplumda bu sorun için çözüm yolları geliştirenler çıkmış ve sorunu gidermeye çalışmışlardır. Müslümanlarda bu sorunun çözümü için özetle şu üç tür yaklaşım ortaya konmuştur:

  1. Bir grup, akıl ve nakil çatışırsa, naklin esasa alınması gerektiğini savunmuştur.
  2. Bir diğer grup bu durumda, aklın esasa alınması gerektiğini savunmuştur.
  3. Üçüncü bir grup ise, aklın ve naklin telif edilmesi gerektiğini savunmuştur.

Tarihte bu grupların tecessüm ettiği fırkalar, okullar, yani gelenekler de oluşmuştur. Bu geleneklerin uzantıları, hâlihazırda ülkemizde çatışma içindedir. Bu noktayı da sonuç bölümünde kısaca değerlendireceğiz.

Buraya bir soru işareti de koymamız gerekir. Çünkü şu üç ayrı anlayışı savunanların, akıl ve nakil arasında esasen bir çatışma görmedikleri yönünde beyanları da vardır ve çatışmayı, akıla temasta veya nakile temasta eksiklik bulunması halinde oluşan bir görünüm olarak düşünmüşlerdir. Dolayısıyla yukarıdaki çözümler esasen çatışmanın varsayımı üzerine değil, bir çatışma hâlinin bulunması durumuna yönelik geliştirilen çözüm önerileri olarak görülmüştür. Yani, mesela birinci grubun söylediği bu durumda, “akıl ve nakil çatışmaz, ama çatışır gibi göründüğünde nakli esasa alırız” demekten ibaret bir düşüncedir. Soru işareti şudur: Söz konusu gruplar tarafından beyan edilen bu tarz değerlendirmelerin ne kadar gerçeği yansıttığını bilemiyoruz; çünkü esasen akıl ve nakil arasında, aradaki eksikliklerin giderilmesi sonrasında bile, nasıl bir uyum düşünüldüğü, bu üç yaklaşımın sunulduğu fikriyatta çoğun açık şekilde belirtilmiş veya gösterilmiş değildir. Yapılan yorumlar, özetle, sarih aklın, sahih nakille çatışmayacağı minvalinde olmuştur, o kadar. Fakat sarih akıl nedir? Sahih naklin “esası” nasıldır? Bunlar hakkında “sarih” ve “sıhhatli” açıklamalar bu fikriyatlarda neredeyse yok gibidir.

Diğer yandan, gerçekten aklın ve naklin çatışmasını varsayanlar da olmuştur ve onlar da kabaca aynen yukarıdaki şekilde gruplanmışlardır. Bu gruplandırma itibariyle de naklin ve aklın arası kesin surette ayrışmış; nakil tamamen din olarak, akıl ise dinden başka bir esas olarak nitelenir hâle getirilmiştir. Birinci grup bu noktadan sonra “dinci”, ikinci grup ise esas alınan anlamıyla dinin dışında kabul edilir olmuştur. Bu tablo da genel olarak yerkürede yaygın olarak yaşanan hadiselerdendir. İplerin koptuğu raddede artık, mesela birinci grup, ikinci grup tarafından “kör, yobaz”, ikinci grup da birinci grup tarafından “maneviyatsız” şeklinde nitelendirilir hâle getirilerek, akıl ve nakil çatışması sorunu, fiilen gruplar arası çatışma unsuru olmaya vardırılmıştır. Çünkü her iki grup da birbirlerini “tehlikeli” kılmıştır.

Ülkemiz de maalesef bu tip işlerin yoğun bir şekilde yaşandığı ağır travmalara yol açan sayısız usandırıcı hadiseye sahne olan mekanların belki de en başında gelmektedir.

Bu makalede bazen fikrî düzeyde kalan ama çoğun toplumsal uyumsuzluğa varan akıl ve nakil çatışması sorununun, halledilememesini iki sebebe bağlıyoruz.

Birinci sebep, sorunun çözümlenmesinde “zemin ve sahne” tasavvurunun bulunmamasıdır; sonraki bölümde bu eksik bırakılan tasavvuru açarak sorunun çözümü için bir temel hazırlamak istiyoruz.

İkinci sebep, sorunun “bireysel” kılınmamasıdır; yani soruna “bireysel bir idrak meselesi” olarak bakmak gerektiği hususunun gittikçe gözardı edilmesidir.

Bu tip meseleler elbette toplumsal yönden de açılmalı ve anlaşılmalıdır, çünkü akıl ve nakil olarak adlandırılabilecek şeyler toplumsal bünyeyi ve gidişatı yakından ilgilendiren temellerdir; ancak toplumsal olanın bu tip meselelerde bireysel olandan öncelikli gelmediğini unutmamak şartıyla. Bu tip sorunların esasen sadece toplumsal kılınması, toplumsal çatışmalardan beslenen “akılsız” ve “kötü niyetli” oluşumların ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz; oysa bu tip oluşumların hareket alanını daraltmak ve giderek iptal etmek gerekir ki, bu da meseleleri ilkece “bireysel” kılarak ve sonra bunun toplumsal karşılığını hazırlayarak yapılmalıdır.

Akıl ve nakil çatışması sorunu, “zemin ve sahne tasavvuru” olmadan bir “esas” üzerinde analiz dahi edilemez, ve bireysel değil de sadece toplumsal kılındıkça, sürekli kaşınmaya, manipülasyona ve kitle dürtülerinden yararlanmak isteyenlere bulunmaz bir fırsat olmaya devam eder.

Bu işi gerçekten çözmek isteyen, bu sorunu önce bireysel kılmak zorundadır; çözümlemenin berrak bir şekilde yürütülmesi için ise, “zemin ve sahne” tasavvurunun temele alınması şarttır.

2. Zemin ve Sahne Tasavvuru

1

Bu kısımda öncelikle sorunun en genel daha ötedeki kökenine de bakarak başlayalım.

İnsanın her temel sorununun kökeni, insan’ın birlik hâlindeki Nûr’dan ayrışması sonrasında “çatışma”, “yoksunluk” ve “kaybolma” halleriyle başlamıştır. Varlık, “birlik” iken kimileri oradan ayrılmış, ayrılınca “tamlığından yoksunluğa”, “ahenginden çatışmaya (ve çirkinliğe)”, “ayanlığından da kaybolmaya” geçiş yaşamıştır.

Böyle olunca beklenen nedir? Çatışma içindekinin “ahenk” araması, yoksunluk içinde kalanın “tamlık” araması, kaybolanın da “ayanlık” aramasıdır; çünkü bir kere yaşanmış şeyi mutlak olarak unutmak olanaksızdır. Böyle de olmuştur; yani “düşenler” arayışa çıkmıştır; ama kimisi aranılanın “aslına” rücu ederek, kimi ise aranılanın “aslından gayrısına” yönelerek.

Unutulanın aslına rücu edenler, düştükleri yerden kalkmış olanlardır. Burada bir mesele yoktur.

Mesele çıkartanlar, aranılması gerekenleri aslından gayrısına yönelerek elde etmeye çalışanlardır. O yüzden incelememiz, meselenin çıktığı bu yönle ilgili olmalıdır.

Asıldan gayrısına yönelenler, bir çok şey bulmuşlardır ama, buldukları şeyler ne ahenk, ne tamlık ve ne ayanlık değildir; tuhaf bir şekilde onların buldukları, “ahenkten düşmüş bir uyum”, “tamlıktan düşmüş bir bütün” ve “ayandan düşmüş bir mensubiyet”tir. Yani aslına benzeyen ama aslı olmayan birer “ikame ahenk olarak uyum”, “ikame tamlık olarak bütünlük”, ve “ikame ayanlık olarak mensubiyet” bulmuşlardır, ve bu suretle de arayışlarına bir “son verebileceklerini” zannetmişlerdir.

Akıl ve nakil çatışması diye tabir edilen mesele de, en nihayetinde Nûr’dan ayrışma neticesinde kök salan bir sorundur ve halledilmesinin yukarıdaki yönelim farkı bakımından iki tür yolu oluşmuştur; bunlardan biri aslı olan, diğeri ise aslı olmayan ama çare görünümünde olan yollardır, uyum, bütünlük ve mensubiyet gibi. Fakat bunlar sadece sahneye ait olabilen yollardır ve ihtiyaç duyulanların önünde birer örtü olmaktan kurtulamamışlardır. Bu noktaların da anlaşılması için şimdi zemin ve sahne tasavvurunu hatırlayalım.

2

Genel olarak ifade edersek, insanın bir bütün olarak yaşam manzarası, esasen bir “zemin”, ve o zemine dayalı olarak surete gelen bir “sahneden” oluşur. Zemin, insanın bizatihi “kendisi olduğu” şeydir; yani zemin ne ise, esas olan, yani kendisi olunmuş şey, “o’dur”.

Sahne, insanın “yer aldığı” mekandır; bedeni, mensubiyeti, kişiliği, cinsiyeti, inancı, düşüncesi ve sair cihetleriyle tam tekmil dünya hayatına ait bileşenler, bu sahnedir ve bu sahne üzerinden manzaraya gelir. Burada insan, “mensubiyeti”, “bedeni”, “kişiliği” ve sair cihetleriyle “yer aldığı” sahnede, kendisini “tanımlar” ve “ayırt eder”. Bu bakımdan sahne, insanın “benliği”dir ve benliğine ait “dünyasıdır”.

İki surette (türde) sahne vardır.

Biri, “birlik içindeki sahne” suretidir, ve bu asıl sahnedir.

İkincisi, “ayrışık sahne”dir, “iç dünya” ve “dış dünya” suretinde; bu suretteki sahne, birinci suretteki asıl olandan “düşmüş” ve itibarla “ayrışmış” olan sahnedir.

Sahne de insanın “olduğu” şeydir, bilhassa “söylemleri”, “hareketleri”, “yönelimleri” açısından; ancak “bizatihi” değil. “Bizatihi olunan”, “zemindir”, ve zemin, sahne’nin ötesidir.

İki tür sahne arasındaki en önemli fark, sahnenin “zemini” ile olan irtibat farklılığıdır.

“Ayrışık sahne(ler)”, zemine, “asıl sahne” vasıtasıyla “bağlıdır”. Yani “ayrışık sahne(ler)” zemine temas etmek için, önce “asli sahne”ye ulaşmak zorundadır.

Bir diğer önemli husus “ayrışık sahne(ler)” için, “dışarısı” ve “içerisi” düşüncelerinin mevcut olması, ama “asli sahne” için, böyle bir “dışarısı” ve “içerisi” düşüncesinin mevzubahis olmamasıdır. “Asli sahne”, kendi birliğinde, kendine özgü bir “iç içelik” içindedir, ama “asıl sahne” için, “dışarısı” yoktur, bu itibarla “içerisi” de yoktur. Çünkü “içerisi”, düşüncesi “dışarısı” düşüncesi esasında mevcuttur, ve dışarısı, içerisi esasında mevcuttur; ancak bu “iç-dış” bağıntısı, müşterek olarak “ayrışma” safhasının kaydı altındadır. Oysa “asıl sahne” ayrışmanın “öncesi” bir safhaya aittir; bu bakımdan “asıl sahne’de”, “iç sahne” ve “dış sahne” ayrımı mevcut değildir.

Yine de sonuç olarak insanın bütün bir yaşam manzarası, “zemin” ve “sahne”den oluşur; sahne ya “asli sahnedir” yahut “ayrışık surette sahne(ler)dir”; ama sahnedir.

Burada unutulmaması gereken, ayrışık sahne(lerin), asli sahne’nin sonrasında oluşmuş bir ayrışmaya tabi olmasıdır, yani ayrışık türdeki sahneler, “bir sahne’nin” ayrışmasıdır. İçerisi ve dışarısı düşüncesi de, sahne’nin ayrışması neticesinde “ortaya” çıkmıştır. Ama ayrışık da olsa, birleşik de olsa, sonuç olarak sahne, sahnenin zemini değildir.

Yani buradaki “kavramsal” ayrımlara ve bu ayrımların yolaçtığı esasa dair farklılıklara dikkat etmek şartıyla, daha kolay olsun diye, genel olarak, insanın bütün yaşam manzarasını sadece “zemin ve sahne” olarak düşünerek devam edebiliriz. Çünkü akıl ve nakil düşünceleriyle ilgili mesele, genel olarak ayrışık da olsa birleşik de olsa, esasen sahne kavramının düşünülmesiyle kısaca anlaşılabilecek bir meseledir. Çünkü burada iki tür sahnenin de ötesinde “zeminin” durumu daha önemlidir.

Zemin, sahnenin nihai dayanağıdır ve insanın bizatihi  “olduğu” şeydir. Sahne, “söylem ve pratik’e” kıyasla “olunan” şeydir, ama bizatihi değil. Çünkü zahnede “zât” kavramı mevcut değildir.

Sahne, bizatihi “zemin”in, yani bizatihi “olunan şeyin”, bir “surette” manzarada “yer alması” keyfiyetidir.

Dünyada bir insana esasen bu “yer aldığı” sahnesi üzerinden bakılır, onunla bu “yer aldığı” sahnesi üzerinden irtibat kurulur. Kişi de kendisine kimin baktığına kendi sahnesi üzerinden bakar, kendisiyle neyin irtibata geçtiğini kendi sahnesi üzerinden ayırt eder. Çünkü sahne, bir “ayrım” ve “irtibat” imkanı sunan, asıl “dünyadır”, fiziksel olanı ve zihinsel olanı da kuşatan şekilde.

Bu bakımdan sahne, birey’dir; birey’in manzarasıdır ve dünyadır.

Farklı sahneler arası iletişimi burada varsaymamız gerekmez. Yani farklı bireyler arası bağlantıyı düşünmek şimdilik lazım değildir. Burada herkesin kendi sahnesi için olabilecek şeyleri anlamak yeterlidir. Farklı sahneler, kişinin kendi bir sahnesi dikkate alınmadan, zaten varsayılamaz. O yüzden sanki sadece bir adet sahne ve bir adet birey varmış gibi bakalım; meseleyi “bireysel” kılmak amacına da uygun olarak.

Şimdi; sahne hem “benliktir”, hem de “dünyadır”. Çünkü “ben” düşüncesi, sahnede ayırt edilir; bu bakımdan “benlik”tir,” kişilik”tir;  ve sahne, “bütün yaşam manzarasıdır”, ve bu bakımdan da “dünya’dır (alemdir)”.

“Benlik”, bir şeye sahip olacaksa, sahne üzerinden sahip olur. Bir şeyi yitirecekse, sahne üzerinden yitirir. Sahne, varlığın ve yokluğun girdiği bir “kozmostur (alemdir)”, bu yüzden.

Bu bakımdan sahne, “artışın”, “eksilişin” ve genel olarak “değişimin” de mekanıdır, bir “ben” itibariyle.

“Ben”; “artış”, “eksiliş”, “meydana geliş” ve “meydandan gidiş” değişimlerini, sahnesinde “yaşar”.

“Zemin”, sahnenin dayanağıdır, ve sahnedeki değişimlerin varlıksal esasıdır; ancak zemin için, “sahnedeki değişim” bir “etki” oluşturmaz. Çünkü zemin, “dünya” değildir.

Ayrıca “sahnedeki değişim içinde olan ben”, sahnesine “bağlılığı” itibariyle, zeminini  bizatihi “bilmez” haldedir; ve üstelik zeminine bir “aidiyeti” de yoktur.

Yani “sahnedeki ben’in” zemini, sahnedeki idrakten “kayıptır (gayb)”.

Sahnedekinin bildiği, sahnedir, ve sahneye kıyasla tasavvur edebildikleridir; ama bizatihi kendi zemini değildir.

Bu nedenle sahnedeki, her neyi varsa, onu sahnesinden bilir, neyi yoksa, onu da sahnesinden bilir; çünkü sahnesinden başka bir şeyi “görür” ve “bilir” değildir. Bu bakımdan sahne, sadece “tüm dünya bir sahnedir” düşüncesinden ibaret değildir; sahne aynı zamanda “tüm var ve yok, sahneden ibarettir” düşüncesidir; bilhassa “artış”, “eksiliş” ve bu itibarla “değişim” “yaşanırken”.

Kısacası birey ve dünyası, “kayıp bir zemin”, ve “açık bir sahneden” oluşmaktadır; sahne, yaşanılan alandır, bedendir, mensubiyettir, kişiliktir, varlık ve yokluktur, yani kişinin dünyasıdır (burada iki tür sahneyi de kendine özgü şekilde bir arada düşünüyoruz).

Zemin, kayıp olan nihai dayanaktır.

Şimdi, akıl ve nakil meselesinin bu bağlamda nasıl anlaşılması gerektiğini düşünelim.

3

Akıl ve nakil tabirleri, “sahneye irtibat” şeklinde düşünülmesi gereken bir(er) kaynaktır; ve sahneye “bağlanmanın” keyfiyeti itibariyle tanımlanmaları gerekmektedir; çünkü, tekrar edelim, “kişi” bir zemin ve sahne’dir. Bu yüzden kişinin aklı veya nakli kendine “kaynak” olarak bağlaması, zemin ve sahne itibariyledir; aksi halde bir kişiden, bir bireyden bahsedemeyiz. (Bireyden bahsedemeden, toplumdan da bahsedemeyiz).

Akıl’a veya nakil’e “bağlanıldığı” veya “bağlantıdan kopulduğu” düşüncesi, sahne itibariyle bir “artış” veya “eksiliş”, ve sonuç olarak “değişim” düşünmek demektir. Yani kişi nakle bağlandığında, daha önceki bir durumdan başka bir duruma geçtiğini düşünür; veya akla bağlandığında, benzer şekilde bir durumdan başka bir duruma doğru bir geçiş düşünür. Söz konusu değişim, sahneye özgü bir “artış” veya “eksiliş” ve bu itibarla da “değişim”dir.

Akıl ve nakil meselesinde iş, zemin ve sahnedeki değişim meselesindedir. Değişim, genel olarak “intikal” kavramıyla da ilgili bir kavramdır. İntikal de, “irtibat” ve “temas” kavramlarıyla beraber düşünülmelidir. Yani akıl ve nakil konusu bir “intikal” ve “irtibat” konusudur ve nihai olarak meselesi, “değişimdir”: Akılsızken akıllı olmak, nakilsizken nakilli olmak veya tam tersi suretlerde.

İntikal ile anlaşılması gereken, sahneye salınan, veya sahneden alınan düşüncesidir.

Yapısal olarak alınan ve salınanın farkı, “yapısal intikal”e sebebiyet verir ve zemini ilgilendirir. Ancak sahne’nin mevcut yapısına göre olan alınan ve salınan farkı, sadece “sahnesel intikal” ile iktifa eder. “Sahnesel intikal” ise, zemin’e özgü bir değişim meydana getirmez.

Ama sahnesel intikal, söylem ve pratik’e kıyasla, “sahnesel değişim”dir.

Söylem ve pratik’i değil de, zemini dikkate alırsak, “sahnesel intikal”, öz’ün dönüşümüne uzanmayan bir değişimden ibaret olarak kalır.

Birey iki esastan, yani “zemin ve sahne’den” oluştuğu için, iki tür değişim düşünmemiz gerekir: “Zemin bakımından değişim” ve “sahne bakımından değişim”.

Bu itibarla akıllı “olmak”, ya zemin ile alakalıdır, ya da sahneyle.

Nakil de, (bu itibarla İlahi Kaynak), ya zemin ile alakalıdır ya da sahneyle.

Meseleyi bu açılardan ele almadan, akıl ve nakil ne anlamda bir önem taşır, anlayamayız. Bu nedenle meseleye “zeminsel değişim” veya “sahnesel değişim” cihetinden bakarak karar vermek gerekir.

Önce sahne bakımından hâl nedir, ona bakalım.

4

Sahne bakımından akıllı “olmak”, -yani aklın bizatihi sahne kaynaklı olması- mümkün müdür, bunu düşünelim.

Sahne, bireyin “yer aldığı” dünya’dır, “benlik”tir, bütün bir yaşam “manzarasadır”. Kişiye sahnesinden “bakılır” ve kişi, sahnesi üzerinden “bakar”; kendini sahnesinde “ayırt” eder ve “tanımlar”.

Fakat sahnedeki, kendi “zeminini” bizatihi bilmez, kendi zeminine bizatihi “aidiyet” duymaz, var ile yoku, esasen sahnesinden “görür” ve “bilir”.

Kısaca ifade edelim; “kendi zeminini”  bizatihi bilmeyenin “aklı” olduğunu düşünemeyiz; kendi zeminine “aidiyet” duymayanın “aklına(!)” güvenemeyiz;  ve nihayet sahnesinden başka bir şeyi olmayanın “aklettiğini” de söyleyemeyiz.

Çünkü birey, zemin ve sahne’den oluşur; sahne “bütün bir yaşam manzarasıdır”, “benliktir”, “dünya’dır” ve “değişimin yaşandığı alandır” ama, bireyin oluşum esası sahneden ibaret değildir.

“Sahnesel intikal” ve bu itibarla “sahnesel değişim”, akıllı “olmak” için kâfî değildir.

Bu itibarla akıllı “olmanın”, bizatihi “sahne” ile ilgisi yoktur. Yani kişinin sadece sahnesi itibariyle akılsızken akıllı “olduğunu” kabul edemeyiz. Yani sahnedeki, sadece sahnesi itibariyle kendinde akla dayalı bir değişim göremez, çünkü sadece “sahnesel intikal” suretiyle böyle bir şey “yaşayamaz”.

Kısacası sahnedekinin akıl itibariyle “değişim” yaşadığını ve bizatihi akıllı “olduğunu” söyleyemeyiz.

Sahnesel değişim, söylem ve pratik’e kıyasla idrakte önemli bir değişimdir, ancak “akıl” intikaline varmadan. Çünkü sahnedeki, sahnesinden ötesini “bilmez”. Sahnesinden ötesini, yani “bizatihi kendi kaynağını” bilmeyen, bu bakımdan “bizatihi kendini bilmeyen”, “akıl’lı olamaz”.

Olabileceği şey, sahnesel anlamda “müdrik” olmaktır ve muhakeme becerisinde “intikale” bağlı artış veya eksiliştir; ama “akıllı olmak” değil.

Sonuç olarak “akıl”, sahnesel intikal’de faal değildir ve bu bakımdan sadece sahnesel intikal ve daha berideki söylem ve pratik inşası, akl’a dayalı bir esas olarak düşünülemez. Öyleyse sahsenel intikal itibariyle “akl’a” dayalı bir çatışma meselesinden bahis açmak olanaklı değildir.

Şimdi aynı hususa nakil bakımından da bakalım.

5

Nakil ile en başta söylendiği üzere iki surette haber kastedilmektedir: “rivayet olarak nakil” ve “nübüvvet olarak nakil”.

Rivayet olarak nakil, kutsal kaynak’a dair rivayet edilen haberdir, bu bakımdan “rivayeten” Peygamber’e isnad edilendir. Öncelikle anlaşılması gereken, bu tür naklin, iki açıdan ikincil konumda olduğudur. Bu noktayı görmeden asıl birincil konumda olması gereken nakil meselesini anlayamayız.

Şöyle ki:

Birincisi; bu nakilde,  yani “rivayet olarak nakil”de, kendisine nakilde bulunulan kişi ile Peygamber’in bir “ara’sı” vardır ve bu “ara”, zamanın kaydı altında olan ve zamanın etkisine tâbi olan bir keyfiyettedir. Burada kendisinde nakilde bulunulana naklin ulaşması için yapılması gereken birinci görev, söz konusu etkileri Peygamber ile arayı kapatan sûrette gidermek ve ancak bundan sonra “işitmek” imkanından bahsetmektir. Tarihte mevzubahis “etkilerin” giderilmesi için “ilm-i hadis” veya “sened ilmi” adı verilen fikriyatlar geliştirilmiş ve benzer şartlardaki fikriyatlara kıyasla ciddi başarılar da elde edilebilmiştir. Ancak bu fikriyatların mevzubahis “etkileri” gidermek için “tam” bir “yeterlilik”te olduğu söylenemez. Burada her zaman ancak nisbi bir gidermeden bahsedilebilir; ama bu da bu tür nakli, yani “rivayet olarak nakli” , sadece ikincil konuma getirir.

Çünkü bu tür nakil, “işitmek” için yeterli değildir.

İkinci sebep, ki asıl önemli olan budur, “rivayet olarak naklin” kendisine nakledilene “intikal” esasının, ikinci tür sahne, yani “ayrışık sahne” esasında olmasıdır. Çünkü buradaki “intikal”, dışarıdan alınmak suretindedir; ve “dışarısı” düşüncesi, ancak ayrışık sahne itibariyle düşünülebilir. Oysa “ayrışık sahne” ancak ve ancak ayrışık olmayan “asli sahne” itibariyle mevcuttur, ve sahnenin tamamı değildir. Sahne’nin tamamından söz edemeden, naklin sahne ile alakasını “bütünüyle” incelemiş sayılamayız. Bu sebep, “asli sahne”yi doğrudan ilgilendirmemesi bakımından, bu “intikal” biçimini,yani “rivayet olarak nakli”, ikincil konuma getirir.

Meseleyi “bireysel” kılabilen için, bu nokta “hayati” önemdedir.

Ancak uyaralım, “rivayet olarak nakil”in bu ikincil konumunu farkettikten sonra, sadece bu tespit üzerinden hadis ilmini geliştirenlerin bu anlamda meseleyi “bireysel” kılmadıklarını iddia edemeyiz. Yani zamanın etkilerini gidermek için çaba sarfeden hadis erbabının, “nakli” sadece bu suretle ele aldıklarını öne süremeyiz.

Rivayetlere göre eski zamanlarda yaşayan ve kendisinden hadis alınan nice insan, sadece bu suretteki fikriyatla iktifa ederek “hadis” rivayet etmiş değillerdir; rivayetlere göre bazıları hadis nakliyle uğraşırken farklı dirayetler de sergilemişlerdir ve nakli bugünkünden daha farklı suretlerde incelemişlerdir. Ancak “rivayet olarak nakil” diye bir fikriyatın müstakilleşmesi sonucunda, mesele yukarıda betimlediğimiz haliyle “ikincil” konumda kalmaktan da kurtulamamıştır.

Öyleyse ikincil konumdaki nakil fikrini bir kenara bırakıp, asıl nakil olarak düşünülebilecek nakil fikrine gelelim.

Soru, tıpkı akıl için de sorup yanıt bulduğumuz gibi, nakilin de sadece sahne ile mi alakalı olduğu yoksa zemin ile mi alakalı olması gerektiği sorusuydu. Akıl ile ilgili dumu gördük, sahne esasında akıllı “olmak”tan söz edilemez. “Rivayet olarak nakil”in de ikincil konumda olduğunu gördük. Geriye “nübüvvet olarak nakil” kaldı. Bu nakil, bu durumda esas ve tek nakil’dir. Peki nakil için, yani “nübüvvet olarak nakil” için durum nedir? Yani sahnesel açıdan durum nedir?

Bunun için “nübüvvet olarak nakil” düşüncesini tasvir edebilmemiz gerekir. Ne demektir “nübüvvet olarak nakil”?

Nübüvvet olarak nakli anlayabilmemiz için, Peygamberi kendi esasında, ve Peygamberliğini “açtığı” varlıklar esasında olmak üzere, iki cihetten düşünmemiz gerekir.

Kendi esasında Peygamber için bir nakil düşünemeyiz. Çünkü Peygamberin Kendi İlmini Kendine naklettiğini düşünemeyiz.

Geriye Peygamber’liğin açıldığı varlıklar yönüyle nakil meselesi kalır; işe bu noktadan bakalım.

Peygamberliğin açıldığı varlıklar, yani kısacası, Peygamber’e muhatab olmuş bir “sahne”, bu anlamda.

Bu noktadan bakıldığında, dikkat edilmesi gereken, “açılış” kavramıdır. Açılış ile, “zahir olmak”, “ayân olmak”, “belirmek” anlamını kastediyoruz.

Peygamber, elbetteki Peygamber’in İlmine vakıf olmayanlara, Peygamberliğini “açmış”tır; peki bu “açılış”, Peygamberin zemininin bir “intikali” midir?

Eğer bu bir “intikal” ise, bunun, “Peygamber’den” “göçüp”,Peygamber olmayana “geçtiğini” mi düşüneceğiz?

Eğer böyleyse, Peygamber ve Peygamber olmayan itibariyle “bir ara” ve bir “vasıta” düşünmemiz gerekir. Peki, Peygamber olmayanda böyle bir “vasıta” var mıdır?

Peygamber ile Peygamber olmayanın en saydam ve belirgin “temas” noktası, söz’dür.

Peki, “söz”, Peygamberin zeminin intikaline takat getirebilen, bir vasıta olabilir mi?

Açılış’ta temâsa gelenlerden biri, elbetteki “söz’dür”; yani Peygamber olmayanın gördüğü açılış cihetlerinden biri de, söz’dür; peki söz, Peygamber’den göçüp, Peygamber olmayana, Peygamberin zeminin “intikali”ni sağlayan bir “vasıta” mıdır?

Bu soruların hiçbirine olumlu bir yanıt düşünemeyiz; eğer düşünebilseydik söz yoluyla Peygamber’in İlmine vakıf olurduk; ancak hâl böyle değildir.

Açılış ile anlaşılması gereken, Peygamber’den Peygamber olmayana bir “intikal” değil, sadece, Peygamber’in Kendisinin, İlmi ve Hikmeti ölçüsünde, açılmasıdır; söz ile, amel ile ve diğer yönler ile. Bu açılışların hiçbirisini, bir “intikal” olarak düşünemeyiz, sebebi yukarıdaki soruların yanıtında açıktır.

Bu bakımdan Peygamberdeki İlahi Kaynağın söz yoluyla açılışına “nakil” diyemeyiz veya böyle düşünemeyiz.

İlahi Kaynak, Peygambere İnen Kelâm’dır, Kelâm’ın “bizatihi” söz ile nakledildiği düşünülemez. Denirse ki, ama Peygamber’den “söz” sâdır olmuştur; peki bu “nakil” değil midir?

Cevap: Bizatihi Peygamber’in Kendi’si itibariyle Sözlerinin, Güneş’in kendisi itibariyle ışıkları gibi olduğudur. Güneş’in ışıkları, Ay’a yansıyabilir ve Ay’ı aydınlatabilir, yerkürey’e ulaşabilir ve yerküreyi etkileyebilir; ama ne Ay ne de yerküre, Güneş’in ışıklarının bizatihi mekânı değildir. Güneş’in ışıklar’ı, Güneş’i ve Güneş’teki ışık kaynağını, Ay’a veya yerküreye “intikal” ettirmiş değildir.

Güneş “doğar” ve kendisini “açar”, olan biten budur.

Bu bakımlardan Nübüvvet’teki “nebe”, doğuşun ve açılışın, Peygamber olmayan’ın ahvâline ve yapısına göre, bir haberidir. Haberdar olan, ya zemini ya da sahnesi itibariyle değişim gösterir.

Yani Peygamber’in açılışı itibariyle zahir olan Sözleri (bu bakımdan Kutsal Kitap), sadece söz yoluyla “söylem ve pratik” değişimidir; bu sahnesel bir intikal, ve sahnesel bir değişim oluşturmaz.

Peygamber’in açılış’ı itibariyle zahir olan sahnesi, bu bakımdan da Nübüvvet Perdesi, perde ölçüsünde sahnesel bir intikal’dir, ve sahnesel değişim oluşturur, ama muhatab için henüz zeminsel değişim değildir.

Bu bakımdan Peygamberin Sözleri’ni sadece söylem ve pratikle almak, sahnesel değişim için yetmez.

Bu bakımdan, Peygamber Sözleri’ni, söylem ve pratik itibariyle almaya dayalı sahnesel bir çatışma oluşması da düşünülemez.

Nübüvvet Perdesi itibariyle ise, sahnesel değişim gerçekleşir; ancak bu da, aklın sahnesel olmaması nedeniyle, akıl ile karşı karşıya gelmez. Burada sadece bir farklı sahnesel suret ile karşı karşıya gelmekten bahsedilebilir, bu ise bir zemin sorunudur, sahne değil. Yani Nübüvvet Perde’sinin, sahne’yi, aşan zemin’i kuşatması sebebiyledir.

Söz yoluyla Peygamber’in zeminin bir intikali söz konusu olmadığı için, Nübüvvet, sahne ve söz ile sınırlı değildir.

Öyleyse “nübüvvet olarak nakil” düşüncesinin sahne ile alakası, ya Peygamber’in sahnesi itibariyle düşünülmelidir ya da Peygamber olmayanın. Peygamber için düşünülebilecek olanı yukarıda sıraladık, Peygamberin kendi sahnesi itibariyle çatışma düşünülemez.  Peygamberin Kendisine nakil yapmasını düşünmenin bir anlamı yoktur. Öyleyse Peygamber olmayanın sahnesi bakımından bu sorunun yanıtını bulmak gerekir ki, o da daha açık şekilde şudur:

Kişinin asli sahnesi, Ay gibidir; Güneş’in ışıkları “sayesinde”, gökyüzünde manzaraya gelir; ayrışık sahnesi ise yerküre gibidir; Güneş’i görür, O’ndan etkilenir, ama kendisi ne Ay’dır ne de Güneş’tir.

Ay’ından ayrı olan yerküre’nin çatışma içinde olmasının Peygamber’le bir alakası yoktur; çatışmanın sebebi Ay ve yerküre ayrıklığının kendisindedir. Peygamber’in bu ayrım’da zahir olması, ama bu ayrımın kaynağı olmaması sebebiyle, bu nokta, kişinin Peygamber ile mesafesiyle ilgili bir sorundur. Peygamber ise, bu sorunu gideren haberler vermeye gelmiştir, hem de yerküreyi ve Ay’ı kuşatmıştır, yani hem sahneyi hem de sahnenin zeminini kuşatmıştır.

Ay’ın Güneş’ten ayrı olması hâlini, önce Ay’ı idrak etmeden ele almak, abestir.

Sonuçta Nübüvvetin zemini, yani İlahi Kaynak, ne bizatihi sahneye intikal eder, ne de bizatihi söyleme, ama “açılış” itibariyle hem sahneye hem de söyleme “zâhir” olur. Söylemde olanın idrak ettiği ile, sahnesinde olanın idrak ettiği, işitenin kendisi itibariyle bir farktır, ama Peygamber için bir fark değildir; bu bakımdan da bunlar, işitenin kendi meseleleridir. Peygamber, bu meselelerin halledilmesi için, “açılış” yoluyla “haberler” getirmiştir, hem de mesele sahibini zemini itibariyle kuşatmıştır.

Haber’in kaynağı ve kuşatıcı Kudret, Nübüvvet Sözlerinin ve Nübüvvet Perde’sinin öte’sindedir.

3. Akıl ve Nübüvvet Birliğinin Zemini

Yukarıda gördük, akıl ve nübüvvet, esasları bakımından sahne’nin ötesindedir. Kendi zeminini bilmeyenin aklı olduğunu kabul edemeyiz; ve sahneye bizatihi nakledilememesi sebebiyle, sahnedekinin bizatihi İlahi Kaynağa bağlı “hâlde” olduğunu da söyleyemeyiz.

Kısacası sadece sahne itibariyle kişinin ne aklı vardır ne de İlahi Kaynak’tan bizatihi bir haberi vardır.

Çünkü akıl ve nübüvvet, sahneyle esaslandırılamaz.

Akıl ve Nübüvvet, zemin bakımından anlamlandırılmalıdır.

Önceki kısımda da söylendiği üzere, zemin, kişinin bizatihi olduğu şeydir; fakat sahnede zemin, kayıptır (gayp). Bu bakımdan akıl ve nübüvveti, sahnenin ötesi itibariyle, bizatihi “olmak esası olan zemin” itibariyle anlamaya gayret etmek gerekir.

Akıl, bizatihi zeminin idrak edilmesiyle faal hâle gelir ve bu bakımdan sahneyi de etki altına alır.

Nübüvvet, ve bu itibarla Kelâm, zemin bakımından iki yönlüdür; Kelâm’ın bir yönü Faal Akıl’la “irtibatlıdır” ve bu bakımdan aklın faaliyet esasıdır; yani Kelâm olmadan akıl başlamaz.

Diğer yönüyle Kelâm, Yaratan’la “irtibatlı”dır. Bu bakımdan Akıl, Yaratan’ın Hükm’ü’ne Bağlı’dır.

Rivayetleri bu gözle bir daha okuyan, bu noktaları orada daha açık şekilde görmeye başlar.

Kelâm, Peygamber’in “Kalbi’nde’dir”; çünkü Peygamber’in Kalbi, Yaratan’ın Tahtı’dır. Bu bakımdan Akıl, Kalb’e dayanarak faal hâle gelir.

Akl’ın faal hâle gelişi, sahne’dekinin bizatihi zeminini idrâk etmesi suretiyle, “dönüşme”si ve “Olma’sı’dır”.

Böylece Akıl ve Nübüvvet, “zemin’de”, yani “ol’unan” yerde, birliktir, irtibattır, tam’dır, ahenk’tir ve ayân’dır.

Burada anlaşılması gereken, sahnenin sadece kendisi itibariyle Akıl ve Nübüvvet ile irtibatlı olmadığıdır; fakat bu, sahne’nin mutlak olarak akıl’dan ve Nübüvvet’ten kopuk olduğu anlamına da gelmez. Öyleyse sahne’yi zemin’e ve bu itibarla “Akıl’a” ve “Nübüvvet’e” bağlayabilecek bir “esasın”, sahnede teşhis edilmesi gerekir ki, bu “esas” yoluyla “irtibat” bulunsun.

Mevzubahis esas nedir?

Söz konusu ettiğimiz, ve sahnede de yer alan, ve daha sonra ayrışık sahnelerin de saklı (ve aynı zamanda açık) dayanağı olan bu esas, “isim’dir”.

Çünkü isim, sahne’nin teşkil esasıdır ve idrakin “temel unsuru”dur; bu bakımdan sahnelerin tamamının tanınışı, isim itibariyledir.

İsim, sahnenin tanınmasının esası olduğu gibi, zeminin de tanınma esasıdır. Çünkü sahne ile zemini “bağlayan” esas, “isim’dir ve ism’i teşkil eden “kuvvet(ler)”dir. (Kuvvet konusuna bu makalede yer vermeyeceğiz.)

İsim, Akıl’ın ve Nübüvvet’in de “birlik” esasına aittir; çünkü sahneyi akıla, aklı Kelâm’a ve bu itibarla Nübüvvet’e ve de Yaratan’a bağlayan teşhisteki unsur, “isim’dir”.

Kısacası isim, “bağlantı” noktasıdır. İsmi dikkate almayan bir anlayış, ipin ucunu elinden kaçırmış olur.

İsim’i düşünmeye başladığımızda sahne ve zemin tasavvurunu da, sahne ayrışmasını da daha iyi anlamaya başlarız.

Bu bakımdan varlığın, isimler itibariyle açılması gerekir.

Mesela sahne’nin varlığı, isim’dir. Bu, ayrışık sahneler için de böyledir.

Ayrışık sahneler itibariyle iç sahne’de “kavram” mevcuttur. Bu bakımdan iç sahne’deki “kavram”ların mevcudiyet esası “isim’dir”; fakat isim, kavram değildir. Yani kavramların analizi yoluyla “ism’in” mahiyeti anlaşılamaz. Ama isim anlaşılırsa, kavramların mahiyeti anlaşılır.

Ancak, ism’in mahiyeti anlaşılmadan, sahne’nin de mahiyeti anlaşılmaz ve sahne ile zemin irtibat’ı tesis edilemez.

Öte yandan dış sahneki “serbest akış’ta”, herhangi bir nesneyi “mevcut” ve bu itibarla “algılanmış” olarak tesis etmek de, isim sayesindedir. Yani isim, algılamanın da esasıdır.

Fakat algılananları analiz ederek ism’in mahiyetini anlamak imkan dışındadır; ama ism’in mahiyeti anlaşılmadan, sahne’nin de mahiyeti anlaşılamaz. Sahne anlaşılmadan da dünya anlaşılamaz.

Yani bu, genel bir meseledir.

İsm’in mahiyetinin anlaşılması, zeminin fark edilmesine bağlıdır; bu bakımdan da sahne’nin kendi öte’sine uzanmasına bağlıdır.

Kayıp olan öte’ye, yani zemine, sahne’den nasıl uzanılır?

Çünkü sahne “benlik”tir, “beden”dir,”mensubiyet”tir, “kişilik”tir ve sair “bütün yaşam manzarasıdır”; sahne’deyken sahne’nin öte’si nereden bilinecek ki, oraya uzanmak “akla” gelsin?

Sorunlarımızın “bireysel kılınması” gerektiği uyarısı, tam olarak bu noktayla ilgilidir. Çünkü kişi öncelikle bizatihi kendi sahnesine ve kendine yönelmeden, “aklı’na” kendi’nden “öte’si” gelmez. O zaman da hep kendini “bir şey” sanır.

Kendinden “başkası” ile kendinden “öte’si”, aynı şeyler değildir.

Kendinden başkası, bir diğer sahnedir; fakat sahnelerin teşkil esası aynı olduğu için başka sahneler, sahne’nin ötesi değildir.

Sorunlarımızı “bireysel” kılmazsak, çare diye “başka sahnelere” yöneliriz. Oysa yönelmemiz gereken, “kendi öte’miz”dir. Kendi öte’miz, sahne öte’sidir.

Sahne’nin öte’sine uzanmak için, sahne’deki isme bakmak gerekir. Çünkü sahnedeki isim, öte ile bizim için, bir sınır noktasıdır.

Sınır’a gelen, öte ile beri’nin “değişim” yerine gelir.

Yunus Emre’miz şöyle demiş:

“Adını değiştirmeyenler, bu yola gelmediler”.

Fakat sadece sahnedekiler, adlarını değiştirmeye gelmezler; aksine mevcut bir sahnede, yani isim’de, ihdas ettikleri ad’lar vasıtasıyla dünya’yı değiştirmeye yönelirler, aklettiğini zanneden nice “düşünür’ün” yaptığı gibi.

Bunun nasıl olduğunu da kısaca analım.

Düşünür’ün ad ihdası, “kavram” tesisi yoluyla yapılır. Bu yüzden “aklettiği” öne sürülen felsefecilerin temel işinin, “kavram tesisi” olduğundan bahsedilir.

Oysa kavram tesisi, sahne yapımı değildir. Kavram tesisi, sahne’de tasvir faaliyeti yapımıdır.

Çünkü sahnedekinin ana faaliyeti, “tasvir’dir”. Tasvir, bir şeyi “surete bağlamak” faaliyetidir; surete bağlanan şey ise, “görünür” ve bu itibarla “bilinir” kılınır; ve nihayet “dünya’ya ait” edilir.

Şöyle ki:

İşin aslı mesela iç sahnedeki isim, “tasvir” edilerek “kavram” kılınır, “ism(ler)in kavram kılınması”, onların “temellük” edilmesine de yolaçar. Bu sayede sahnede kavram tesisi yoluyla “mal artışı” olur veya kavram bozunumu yoluyla “mal eksilişi” yaşanır; böylece sahne ve bu itibarla dünya, değişir. (Post modern felsefe, buna karşı çıkmak iddiasıyla oluşmuştur, fakat iç sahne’deki ism’i muallakta bırakmak pahasına.)

Bu bakımdan tasvir, ism’in mahiyetinin anlaşılmasına yetmeyeceği gibi, onu “mülk” haline getiren bir fiil olarak, sahne’nin ötesini “örtüş” yollarının da bir sebebi, ve sahnedekinin kendini “mâlik” zannına kaptırmasının da menşeidir.

Kendini mâlik zanneden, mülkü üzerinde tasarruf etmek ister ve mülkünde bir ortak da istemez. Ama bilmediği bir “öte”nin var olması, onun mülkünde bir yıkımdır. Nice düşünürün bilmediği daha öte bir temelin olma ihtimalinin belirmesiyle kahrolması bundandır.

Oysa akledenler, öte’ye geçerek, bayram ederler.

Devam edelim.

Tasvir ettiği için düşünür, kendini “sûret veren” kaynak diye vehmeder; resmettiği ve mülk edindiği “kavram’lar” ile dünya inşa eder ve onun sahibi olduğuna inanarak, hükmetme zevki içine dalar.

Neticede mâlik ve hâkim olduğu için, “aklettiği”ne inanır. Fakat bu mülk, sadece kavramlara dayalıdır; kavramlar ise, “tasvir” ürünüdür. Ama tasvir edilenler, düşünür’ün “yapmadığı”, yani “sahibi olmadığı”, “isim’lerdir”. Çünkü sorulmamıştır:  tasvir eden, “isim yapan” mıdır?, “isim veren” midir? Yani ism’i mevcud kılan mıdır? Kavram’ın dayanağı olan ismi, kim yaptı? Nereden geldi?

“Onlar mı isim yaptılar, yoksa bir isim olmadan mı olageldiler”?

Nübüvvet’in “ne’yden haber verdiğini”, bu nokta itibariyle anlamak gerekirdi.

“O’nlar sizin ve atalarınızın ihdas ettiği isimlerdir” buyruğunda, kendi elleriyle yaptıklarına tapanlar zemmedilmişti. Peki “kavramları” kendi zihinleriyle yapanların hâli nedir?

Üstelik ne o zamankiler ne bu zamankiler, Put Yıkanların Atası, ve Yeryüzünde Beyt Bina Edenlerin Ulusu, İbrahim Peygamber’in şu dediğinden kurtulabilmiş midir?

“Sizi de, yaptıklarınızı da Yaratan O’dur”. (Saffât)

Kısaca anlaşılması gereken,  “kavram tesisinin”, “akıl” olmadığıdır, “kavram tesisi”, tasvir etme faaliyetinin bir ürünü olarak, “akıl’ın yerini alan”, bir sahne faaliyetidir, sahne sanatıdır ve bu itibarla da öte’ye açılışın önünü alan bir kibirdir, bir abartmadır ve bir çeşit cehalettir.

Eskilerden bir kâmil şöyle demiş:

“Câhil, her gün öğrenmeye çalışır; kâmil ise her gün unutmaya çalışır”.

Câhilin öğrenmek istediği tasvir’dir ve bu itibarla mesela kavram kılınmış isim’dir; kâmil ise “ismin bizatihi oluşunu” hatırlamak için, tasvir’ini terketmek ister. Bu bakımdan kâmil, “Akıl’a” uzanır, ve Kalb’e girmek ister.

Akıl’a doğru yönelene, kendi zemini ölçüsünde “hüküm” verilir; ve “hüküm”, “Nübüvvet”in “daire”sindendir.

Kutsal Kitaplarda bunların hepsi anlatılmıştı; fakat “işiten(ler)e” veya “akleden(ler)e”.

4. Sonuç

Zemin ve sahne ayrımı itibariyle değişimi iki ayrı cihetten düşünmek gerekmektedir; sahne bakımından değişim, ve zemin bakımından değişim şeklinde. Yani “benlik” bakımından değişim, ve kayıp dayanak bakımından değişim şeklinde. Ancak, zemin ve sahnenin farklı mahiyetlerde olması sebebiyle, sahne için düşünülebilecek bir değişimin, zemin için geçerli olması düşünülemez. Çünkü sahne, zeminin aslı değildir. Bu bakımdan sahnenin değişim keyfiyetini, değişim şeklini, değişim koşullarını, zemin için aynı şekilde düşünemeyiz. Aksi halde zemin ile sahne aynı mahiyette olurdu ve zemin ve sahne ayrımına gerek olmazdı. Kısacası sahne için düşünülebilecek değişimi, zemin için düşünemeyiz. Yani, sahnenin değişimi cihetinden, zeminin değiştiğini söyleyemeyiz.

Bunu bir bilgi ve lim ayrımı yaparak örneklendirelim.

İnsan, sahnesi itibariyle ilerleyen, gerileyen veya duran bir varlıktır. Zemin, onun olduğu şeydir, esasıdır ve değişmezidir. Kişinin ilerlediği, gerilediği veya durduğu şeyler, olduğu şeye, yani zeminine sonradan gelen, sonradan ilişen bir artma ve eksilmeye kâbil şeylerdir. Bu artamın, eksilmenin, gerilemenin, ilerlemenin veya durmanın yaşandığı yer, kişinin sahnesinde vuku bulur.

Artış ve eksiliş, mesela maddi durumda olur, sağlıkta olur, hoşlukta olur. Mesela mal mülk sahibi iken eksilme sebebiyle yoksulluğa düşülür; ağız tadı yerindeyken, hasta olunup yatağa düşülür; alımlı, süslü iken, nâhoşluğa düşülür; bunlar bazı zaman eksilir, bazı zaman artar, ama zeminde değil, sadece sahnede. Tıpkı darlık ve bolluk suretinde arzedebilen, kötü bir durumdan iyi bir duruma geçebilen, felaketlerden kurtuluşa doğru adım attığı görülen bir sahne oyuncusunun durumu gibi.

Sahnede artış ve eksiliş gösteren cihetlerden biri de bilgidir. Bilgi, tıpkı sağlık gibi, tıpkı mülk gibi, insanın olduğu şeye, yani zeminine sonra gelen bir cihettir. Mesela beslenme ve spor yoluyla sağlıkta değişiklik yapılabildiği gibi,  yeni yollar, yeni açılımlar, yeni terkipler aracıyla bilgide de değişiklik yapılabilir. Sporu kesmek, düzgün beslenmemek nedeniyle nasıl sağlıksız bir hâl baş gösterirse, unutmak nedeniyle de bilgisizlik baş göstermeye başlar. Yani bilgi, terkip yoluyla edinilerek artabilen, bozunum yoluyla da unutularak yitirilebilen, sahnedeki görüntünün bir bileşenidir.

Kısacası artan, eksilen, edinilen ve yitirilen cihetler, zemini doğrudan değiştirmezler. Bilgi de bu anlamda artan ve eksilen, edinilen ve yitirilen bir cihettir ve zemini değiştirmez. Mesela anatomi bilgisinin elde edilmesi nedeniyle zemin, bir şeyken başka bir şeye dönüşmez. Benzer şekilde, mesela İlahi haberler alınması, sadece söz itibariyle zeminin değişmesine yolaçmaz; sadece bilgide, haberdarlıkta bir değişiklik gerçekleşir, o kadar.

Bu bilginin durumudur. Oysa “ilim”, zemin ile ilgili bir değişimdir.

Sahne’sini, zeminine taşıyarak “yapısal intikal” suretiyle değişen, farklı bir dünya’nın ilmine göçer ve, vâkıf olur

Peygamber, insanın hem söylemine, hem sahnesine hem de zeminine hitab eder. Bu hitap, her birinde kendine göre “zâhir” olur.

Rivayetlerde bu durum “yeterince tasvir” edilmişti. Ama bu durumun anlaşılması için, meseleyi “bireysel kılan” insanlar gerekti.

Tarihte böyle insanlar olmuştur ve onlar, dönüşerek Peygamber’e intikal etmişlerdir. Sonra kimisi sahnede perde almış, kimi ise geri dönmemiştir.

Tarih, sahnede perde alanların izlerini de barındırmaktadır.

Perdede yer alanlar, yani sufiler, hallerini kısmen söylemde de açmışlardır. Ancak bunu, bir sistematik fikri dizge içinde tertip etmeye gerek duymamışlardır. Çünkü sistematik fikri dizge, sahnenin öteye geçişinin önünde bir engel olma ihtimalini de taşır

Ancak geldiğimiz nokta, bu tip riskleri göze almayı gerektiren koşulları oluşturmuştur. Bu nedenle, hâlâ sadece bir “fikrî dizge” mahiyetinde olduğuna dikkat etmek şartıyla, sufi nokta-i nazarından, sahne’ye sistematik söz salınması ve bu yolla sahne’ye “haber” verilmesi icab etmektedir. Elimizde böyle bir işi “ustalıkla” yapmaya izin veren dizge, Prof. Dr. Yalçın Koç’un tesis ettiği nazariyat tasavvurunde mevcuttur. Bu bakımdan bu dizgeyi esasa alarak ama mahiyetini unutmamak şartıyla, açılan yolda ilerlememiz ve iş üretmemiz gerekmektedir.

Bu yazı Yalçın Koç’un zemin ve sahne tasavvurunu barındıran nazariyata dair fikriyatına dayanılarak oluşturulmuştur. Görüldüğü üzere, söz konusu dizge, son derece yetenekli ve kuşatıcıdır. Elimizden geldiği ölçüde bu yetenekli ve kuşatıcı rehberi anlamak, kendimizde sınamak ve toplumsal varlığımızın ihtiyaçları için merci edinmek en akıllıca yoldur. Fakat sahnenin ötesine uzanmak, başka bir faaliyettir.

Akıl ve nakil çatışması adı verilen meseleyi bu kapsamda kısaca tasvir ettik ve bu meselenin, gerçek bir mesele olmadığını anladık.

Başarı ihsanı, Kamu Alem’in Kerîm Olan Yaradan’ına mahsustur.

Leave a Reply

Your email address will not be published.