Karacaoğlan der ki ismim öğerler
Ağu oldu yediğimiz şekerler
Ayrık, ihtiyaç içindedir.
İhtiyaç içinde olması nedeniyle ayrık, ihtiyacını gidermek suretiyle kendini doyurmak durumundadır. Bu nedenle ihtiyaç duyduğu yön(ler)e doğru “hareket” eder.
Bu “hareket”, aynı zamanda “istek” ile güdümlüdür.
Yani ayrık, çok geniş bir anlamda, “istek” içindedir.
“İstek” içinde olan ayrık, istediği şey hakkında “umut”, onu elde edememek hakkında “tasa”, temin ettiği şeyler cihetinden, temin ettiğini kaybetmek hakkında “endişe”, elindekinin cebren alınması hakkında “kaygı”, kaybetme anında da “korku” içindedir. Umut, tasa, endişe, kaygı ve korkuya kâbil olmak nedeniyle de “üzüntü” ve bu “genel” üzüntüden kurtulmak için “hırs” içindedir.
Ayrık, istediği şey’e dokunmak fırsatı bulana kadar, icab eden surette söz konusu “hırsı”nı ustalıkla saklar.
Bu anlamda ayrık, “dokunmak hırsı” nedeniyle, dokunabilmenin yollarını bulmak bakımından son derece “zeki’dir”.
Ayrık için “dokunmak”, müdhiş bir haz’dır; gözünü döndürecek şekilde.
“Dokunan ayrık”, dokunma esnasında “ayrık olmadığı” zannına kapılır; hazzının sebebi burasıdır. Ancak mesela “dokunduğu şey”, mesela karşı cinsi, bu durumu bilmez. Mesela karşı cinsi, ayrık’ın ona dokunmak sebebiyle mutlu olduğunu zanneder; oysa ayrık, başka bir sebeple mutluluk sergilemektedir. Bu bakımdan ayrık, aynı zamanda her dokunduğu şeyle ihanet içindedir.
Mutluluk, inanç, sadakat, çaba göstermek cihetinden ayrık, ihanetin yanı sıra, yalan içindedir; yani yalancıdır. Çünkü ayrık, aslında en gizli ve en çaresiz ruh hastasıdır; her türlü oyunu, bahaneyi, üretebilen ve buna inanıp başkalarını da inandıran surette.
Her dokunuş, ayrık için bir büyük hazz’dır; ancak ayrık olması sebebiyle bu her büyük hazz, çaresizce son bulur. Çünkü ayrık, aynı zamanda “son’lu ve de “sınır’lı”dır.
Dokunmak anları, ayrık için, “sınır’ın kaldırılışı” anlarıdır. Yani “dokunmak anları” bu nedenle, “sınırsızlık tatları”dır.
Ama ne çare ki, ayrık, zemini itibariyle ayrık olduğu için, bu hazzında hep bir son bulur ve “tekrar” “sınır’lanır”.
Ayrık, “tekrar” sınırlandığı için, “dokunduğu şey’den” bir cihetten de nefret eder. Bu nefretin sebebi, “dokunduğu şey’in” tekrar onu “sınırlandırmış” olmasıdır.
Çünkü ayrık’ın en büyük düşmanı “son” ve “sınır”dır; mevcudiyetinin en büyük dayanağı “son” ve “sınır” olduğu hâlde.
“O (ben)”, bitmek bilmeyen bir “istek” içindedir, “sürekli tahrik” altında olarak.
Bu tahrik’in dokunmak hırsına ve “istitadı’na” sebebiyet vermesinin anlamlarının açılması için, “dokunmak” kavramının genişliğine dikkat etmek gerekir.
Seksüel dokunuş, dokunmak kavramının önemli bir fiili yanıdır. Ancak dokunmak, bundan fazlasıdır.
Uygarlığı hem oluşturan hem de geliştiren çok sık yapılan bir “dokunma” örneği vererek, ne kastettiğimizi kısaca anlatalım.
Örneğin “öğretim”, bir “dokunmak” faaliyetidir. Öğreten ile öğrenen, “öğretim” esnasında birbirlerine temas ederler; bu manada. Bu teması mümkün kılan “ortam”, mesela okuldur. Yani okulda biraraya gelmek suretiyle öğretmen ve öğrenci “temas imkanı”na girerler.
Biyolojik kimliği farketmeksizin, öğretmen “eril” pozisyondadır; öğrenci ise “dişil”.
Mesela bu öğretmenin “ayrık” olduğunu farzedelim ve dolayısıyla “dokunmak isteği”yle tahrik altında olduğunu.
(Ayrık) öğretmenin, dokunmak istediği öğrenci(ler), okula gelmek suretiyle dokunmak imkanındadırlar; ancak bilfiil dokunmanın gerçekleşmesi için, (dişil) öğrenciye “giriş” yapılması gerekir. Bu nedenle (dişil) öğrencinin “giriş yer’i”nin açık hâle getirilmesi gerekir. Çünkü kapalı ve “düz” bir yer’e girilmez.
Burada “dişil” ile, öğrencinin biyolojik sıfatından bahsetmediğimizi tekrar hatırlatalım. Öğrenci, söz konusu ilişkide, biyolojik olarak erkek de olsa, dişil’dir. Kastedilen budur.
Bazı öğrenciler’in bu yer’i, bir çaba söz konusu olmadan açık olabilir. Ancak genellikle durum bunun tersinedir. Bu yüzden bu yeri açmak veya delmek için (ayrık) öğretmenin “öğretmenlik” adı altında çeşitli teknikler geliştirmesi gerekir.
Mesela eğitim-öğretim teknikleri başlığı altında yapılanlara bakarak bunların neler olduğu görülebilir. Ancak bu tekniklerin içyüzünün ne olduğu, yani esasen ne oldukları, bunların içine bakılarak anlaşılır. Ayrıntıya girmeden böyle söyleyelim.
Bu teknikler yoluyla (ayrık) öğretmen, öğrencilerinde giriş yapacağı yeri açmaya uğraşır.
Söz konusu uğraşı, “(ayrık) öğretmenin”, öğrenciyi “ayartma” uğraşıdır.
Bir şekilde öğrenci ayartılabilirse, onda giriş yapılacak yer de açılmaya başlar. Açılışın görülmesiyle (ayrık) öğretmen, yüzünü değiştirir; yani daha önceki sosyolojik, biyolojik görüntüsünden başka bir yüze bürünür, mesela bir “bilgi” suretine; yani öğrenci için öğretmenin kimliği artık söz konusu “verilecek” bilgi’dir, kılığı kıyafeti ve benzeri şeyleri değil bu anlamda.
Söz konusu bu “bilgi”, “(eril) (ayrık) öğretmenin” penisidir. Yani kendisi bizzat söz konusu penisdir.
(Ayrık) öğretmen, çıkarttığı bu penis ile, öğrencinin açılan yer’ine girer.
Bu giriş anında hem öğrenci hem de öğretmen hazz alırlar.
Bu nokta “eğitimin başladığı ve sürdüğü” noktadır. Ancak hazz’ın pik noktası henüz gelmemiştir.
Pik noktaya ulaşmak, eğitimin nihayetindeki “amac’ın (telos)” gerçekleşmesine bağlıdır.
“Amaç”, öğrencinin “değiştirilmesi’dir”. Yani açılan ve girilen yer itibariyle inşa edilerek biçimlenmesi.
Bilgi suretindeki penis, açılan yer’e tohumunu bırakana ve öğrenci bu tohum vasıtasıyla değiştirilene kadar “eğitim”, yani “biçimlendirme (morfe)” devam eder.
Unutmamak gerekir: Genellikle öğretmenler, eğitemedikleri, öğretemedikleri öğrencilerden hazz almazlar. Mesela bir seminerde öğretmenin iktidarı haricinde kalan birisi mevcutsa, öğretmenin en sevmediği, en beğenmediği kişi o kişidir. (ayrık) öğretmen içine giremediği birinden hoşlanmaz; çünkü penis’ini çıkartmış durumdadır ve ayartıya cevab bulmak ihtiyacındadır. Üstelik bu toplu “giriş, çıkış”a bizzat iştirak etmeden orada bulunan birisi olması sebebiyle, o kişiden aynı zamanda “çekinir”. Yani bu işi onun gözleri önünde yapıyor olmaktan rahatsız olur. Çünkü diğerleri, zevk ve hazz içinde gözlerini kapatmış ve kendilerini öğretmene vermiş durumdadır; oysa eğitim dışındaki kişi, yani öğrenci olmayan öğrenci, işin içinde değildir.
Devam edelim.
Bilgi veya öğreti suretindeki penis’in maksadına ulaştığı an, bilginin veya öğretinin öğrenciye “bağlandığı” andır.
Sınır kalkmış, ayrık “(oluşturulan) ayrıka” girmiş ve bir araya gelmişlerdir; artık bu an, hazzın pik yaptığı an’dır.
(Ayrık) öğretmen, bu anda zevkle dolar ve öğrencisine ilgi ve şevk içinde bakar.
Böylece iş tamamlanır. Artık öğrenciye “dokunulmuş”tur.
Dokunmanın tamamlandığı bu nokta itibariyle (ayrık) öğretmen, eski ahvaline geri döner; yani öğretmen kisvesini çıkartarak asli adına, yani “ayrık”a.
Ayrık; öğretmenlik maskesini kaldırmış, tekrar dokunacak bir başka kişi veya başka şey bulana kadar, geçici ve kısmen bir sükunet içinde ve bir de hafif bir yorgunlukla oradan çıkmıştır.
Cihan, yukarıda örneği verilen kisvelerle birbirlerine “dokunma” hırsı gösteren “ayrık’lar”la doludur, tıka basa. Esasen söz konusu kisveler, ayrık’ların birbirlerine “dokunma” amacıyla kuşandıkları vasıtalardır.
Bu anlamıyla cihanda temayüz eden uygarlık kurumlarında gerçekleşen fiiliyat, ayrıklık esasında oldukları itibariyle, birer toplu “dokunma” fiiliyatıdır.
Yani bu anlam iyi anlaşılırsa, “seks partisi” olarak adlandırılan şeyin sanıldığından daha çok ve hemen hepsinin güpegündüz ve kanıksanmış surette yapıldığı görülür.
Kanıksanmış şeylerle kastettiğimiz “normal” sözcüğüyle kastedilen şeylerdir. Ayrıntıya girmiyoruz.
Ayrık’ın dokunma iştiyakı için girdiği kisveler çoktur. Bazen imam kılığında camiye girip vaaz verir, bazen şeyh cüppesi altında tekkede sohbet verir; bazen sanatçı kisvesiyle gümbür gümbür konser verir, bazen siyasi bir pozisyonla miting düzenler, teşkilatlanmalar yapar, eylem hazırlığında bulunur.
Ayrık bazen din düşkünlüğüyle meşgul olur, bazen felsefeye merak salar. Çünkü entelektüel uğraşlar bir çok ayartı ve cahil (görülen) halk üzerinde iktidar oluşturabilme mekanizmasına sahiptir; esasen bu yüzden.
Son zamanlarda bilim ve teknolojiye nedense başka türlü bir ilgisi var. Mars’a gitmek istiyormuş, kuantum düzeyine bilincini aktarmak istiyormuş. Yaptığı sinema ve dizi filmlerine bakınca diğer “fantazileri”ni de kısmen görmek mümkün oluyor.
Ayrık’a mikrofon uzatılınca kendini kaybedebilir; çok ilginç hareketlere girebilir. Çünkü uzatılan mikrofon ve önüne gelen topluluğa ulaşma aracı olarak kamera, ona dönüşeceği hazz organını düzenlemek hususunda çok kısa bir hazırlık süresi tanımıştır veya tanımamıştır. O seyredilen acayip diyaloglar bundandır.
Yeterince hazırlanarak Youtube’a da çıkabilir; ayrık’a dur durak yok.
Görsel açıdan tiktok ve instagram gibi platformlar ayrık’ın, (suretsiz) sıfatlarının ulu orta döküldüğü alanların başında gelmektedir. Ayrıca bu noktada belirtelim: Sosyal medya denilen ortamların bu açılardan analiz edilmeden ne oldukları ve nelere yol açtıkları tam anlamiyla görülemez. Terkipteki “medya”nın, Latince “orta yer”, yani “vasat” anlamına geldiğine, bu açıdan dikkat etmek gerekir.
Kısacası ayrık, “dokunma” problemi olan biridir. Başka da bir şey değildir. Onun öğretimi de, gelişimi de, ekonomisi de, yemesi içmesi de “dokunma problemi” esasında erotiktir.
Söz konusu erotizm, “dokunma problemi”yle malüldür. Dolayısıyla da tıka basa “maraz” yüklüdür.
Ama her ne hikmetse, kendi zeminine dokunmaktan “ölümden kaçar gibi” kaçan surette.
Ayrık, bir cevher olmadığı için, kendisine araz ve de maraz ilişir.
Kişi, esasen kendisine araz ve maraz iliştiği için “ayrık”tır; böyle de diyebiliriz.
Ancak bu hâl “kapalı bir daire” olarak kabul edilemez. Bu hali “kapalı bir daire” eylemek, ancak kişinin kendi üstün çabalarına bağlıdır. Oysa bu kabul edilebilir bir şey değildir; yani bunlar “doğal” değildir. Eğer doğal olsalardı, bu durumdan kurtulmanın yolu yoktur dememiz gerekirdi; bir çok psukhe uzmanı’nın söylediği gibi (Bazıları da kurtuluşun olduğunu söyleyerek sözde-kurtuluş reçeteleri ve sözümona arındırma uygulamaları suretiyle daha gizli bir şekilde “dokun’an” (ayrık) psukhe uzmanlarının olduğunu da unutmamak kaydıyla).
Ancak bu mümkün değildir. Ayrıklık, bireyin esası ve de nihayeti olarak kabul edilemez.
Ancak ayrıklığın bireyin esası ve de nihayeti olmadığını söylemek, bu hususları anlamak demek değildir. Bunların anlaşılması, bizzat ayrıklığın ötesinin idrak edilmesi yoluyla olur. Aksi halde işi söz’e düşürmüş ve söz’de kurtuluş tesis etmiş oluruz ki; bu bizatihi ayrık’ın kurduğu tuzaklardan biridir. Mesela bu hususta bir kuram, bir felsefe, bir öğreti tesis etmek de işi söze düşürmüş olmak demektir. Esas olan bundan başkadır.
Kısaca açıklayalım.
Önceki yazılarda anlatıldığı üzere, ayrıklık kendi başına bir esas değildir. Bilakis ayrıklık, “birlik”e sonra olarak düşünülebilecek bir kavramdır. Çünkü “birlik” kavramını “ayrıklık” esasında temellendiremeyiz; yani evvele “ayrıklığı” alamayız. Aksi halde “ayrık’ın birleşme uğraşısı” bakımından “bir aradalık” ve “beraberlik” kavramları da aslen boşa düşer.
Birlik her türlü kavrama evveldir ve bir zıttı yoktur. Bizzat “birlik düşüncesi” dahi birlik’e sonradır. Aksi halde “birlik düşüncesi”nden dahi söz edilemez, bu anlamda.
Bu nedenlerle “ayrık”ı evvel ve esas olarak almak mümkün değildir. Bu bakımdan “ayrık” ve “ayrıklık” esasen “hâdis’tir” dememiz gerekir.
Sonra, söz konusu ihdas’ın bir “zemin” meselesi olduğunu söylemiştik. Yani esasen ayrılanın ve eksilenin “zemin” olduğu ve bu nedenle de zemine yönelik bir fiil icra edilmeden ayrıklığın son bulmasının mümkün olmadığını.
Genel manada “uzman”ların imtihanı “zemin” kavramıyla ifade edilen yerde verilir. Bu kavramın önemi anlaşılmadan ve görülmeden “uzman”ların yolaçtıkları belaları görmek ve bunlardan kurtulmak da mümkün değildir. Ancak buna girmiyoruz.
Zemin itibariyle ayrılan ayrık, ancak ve ancak zemin itibariyle ayrıklıktan çıkabilir. Aksi halde sebeb olan unsura “dokunmadan”, çare hayalleri içine düşülmüş olur.
Ayrık, içinde bulunduğu durumlarına göre birden çok şeyin etkisi altındadır; ancak tüm bunların ötesinde arızalı durumlarının asıl sebebi, kendi zemin ayrıklığıdır. Diğer tüm durumları bu noktanın kaydı altındadır.
Zemin itibariyle ayrıklığın nerede başladığı bulunmadan, ayrık için bir zemin dönüşümünden bahsetmek imkansızdır.
Ancak ayrık’ın zeminini fikriyat itibariyle açmak, bir çok çetin mesele içerir. Çünkü fikriyat, bizzat ayrık’ın ayrışık sahnesindeki iç sahne’nin icraatıdır; yani fikriyat, ayrık’ın iç’sel icraatıdır, suretini teşkil eden şekilde. Bu nedenle fikriyat suretiyle ayrık’a zemin ayrıklığını anlatabilmek, ayrık’ın fikriyat esasındaki sınırını, yani iç’sel suret’ini farketmesine bağlıdır.
Ayrık’a kendi sınırını farkettirmek ise, ayrık için pek dayanılabilir bir şey değildir. Zira esasen ayrık, sınır’landırılmaktan nefret eder; kendisi bizzat sınırlı olduğu için ayrık olduğu hâlde.
Bu nedenle felsefi ve kuramsal resimler yoluyla ayrık’a zemin ayrıklığını göstermek yeterli bir faaliyet değildir. Nasıl olsun? Felsefe ve kuram, zaten ayrık’ın kendi iştigal alanlarındandır.
Yani, bu meseleyi nihai anlamda halletmek, bizzat sınıra aşkın olan yerden gelmeye veya oradan haber vermeye bağlıdır.
Bizzat ayrık olanın ayrık’a bu meseleyi halletmek için bir derman sunması imkansızdır, bu sebeple.
Ancak, fikriyat içinden bu işi kısmen halletmenin bir yolu vardır; o da bizzat fikriyatın zeminini, yani ayrık’ın içsel suretini, fikriyat içinden bir şekilde açmak’tır.
Nazariyata dair fikriyat’ın işlerinden biri budur.
Bu nokta itibariyle ayrık’a kendi aşkın zemini bir çok farklı açıdan gösterilebilirse, ayrık’ın bir yerden sonra kendi kendine kurduğu hapishanesinden çıkabilmesi için bir umut doğabilir.
Bu nokta itibariyle duruyoruz ve yukarıdaki noktaların hiçbirinin içine girmiyoruz. Şimdi sadece ayrıklıktan kurtulmaya yazan birinin bir masalından söz etmek istiyoruz. Yani masal anlatacağız. Napalım, huyumuz böyle.
Hikaye Mesopotamya’nın uçsuz bucaksız yeşilliklerle dolu ülkelerinden biri içinde, bir yerde geçiyor. Molla Pazarcı derler, bir gencin hikayesi.
Molla Pazarcı, Farsça şiir bilen, Arapça hutbe verebilen, hînihâcette halkın aklını bulandıran meselelerde yetkin risaleler kaleme alabilen iyi tahsil görmüş bir delikanlı. Babasını ufak yaşlarda kaybetmiş. Gençlik zamanlarında annesiyle beraber umre için çıktıkları bir seyahatte içine ilim ve irfanla iştigal etmek hoş gelmiş ve tamâm-ı hürmet ile annesinden bu hususta müsaade alarak kendisini bu yola vermek için ondan ayrılmış.
Seneler boyunca bir çok çaba ve uğraşıyla âlet ilimlerini, kelam ve felsefe ilimlerini ve muhtelif sanatları tahsil etmiş, hatta ki kendisine verilen müderrislik mevki ile talebeler yetiştirmeye başlamış.
Ancak Molla’nın seneler önce içinde bulduğu ilim ve irfanla iştigal etme isteği gittikçe sönmeye ve anlamını yitirmeye başlamış. Yitirdiği şey, isteği değil ama bu isteğe suret olan “ilim ve irfan”; ilim ve irfan’dan anladığı şu tedrisat imiş. Bu durum gittikçe dayanılmaz bir hâl almaya başlamış. Derken, Molla birden bire kendini denize ve denizde meşgul olabileceği yerlerde bulmaya başlamış.
Deruhte ettiği işleri bazen süratle bitiriyor bazen mazeretler öne sürüyor ve bir şekilde denize ve orada balık avlayan balıkçıların yanına gidiyormuş. Öğrenmeye ve öğretmeye kumaşı yatkın olduğundan kısa sürede olta ve ağ suretiyle balık avlamayı da öğrenmiş.
Günlerden bir gün yine balık avlamak üzere levazımını tertip ederken pek adi, sıradan bir ihtiyarın “elin kesilsin” demesiyle durakalmış ve arkasına dönmüş. Önce anlam veremediği bu söz karşısında afallamış. Ancak çok da üstünde durmadan tekrar önüne dönmüş. O döner dönmez ihtiyar bu sefer daha sert bir sesle “kellen kesilsin!” demiş.
Bunun üzerine küplere binen delikanlı tekrar ihtiyara dönerek bu lafların hesabını sormak istemiş:
- Aklını mı yitirdin, durduk yere bir insana böyle beddualar edilirmi? Bu ne terbiyesizlik, bu ne hadbilmezlik!
İhtiyar sanki bu öfkeli çıkışı bekliyormuş gibi pek istifini bozmadan sözü de uzatmadan cevap vermiş:
- Güpegündüz denizin malını çalıyorsun, hem de tasarlayarak. İnşallah ellerin kesilsin. Sonra sana gerçeği anlatan birinden inadla baş çeviriyorsun, inşallah ki kellen kesilsin.
Böyle diyerek çekmiş gitmiş.
Beklenmedik bu sözler karşısında afallayan Molla neyi var neyi yok bırakmış, bu adamın peşine düşmüş. Sözü daha fazla uzatmayalım; Molla yıllar evveli içine düşen isteğinin yüz değiştiren cihetinden bir başka yüze dönmüş ve nihayet kaderi onu söz konusu ihtiyarın terbiyesine getirmiş.
Aylar geçmiş, yıllar geçmiş Molla’nın göğsü irfan ile dolmuş taşmış. Her olayda, her hadisede, her harekette işin başka bir yüzünü, başka bir hakikatini göre göre, okumadan, söyleyip anlatmadan okur yazar, anlatır, söyler olmuş. Görmüş ki dünya hayatında her ne varsa boşa değil ve hiçbirisi bir hakikatten hâli değil. Her nereye yönelse orada işin bir başka yüzü var. Bu alem duvaklı bir gelin, yüz görümlüğünü verene göstereceği bir yüzü var.
Molla’nın gönlü bir kadın sevdasına düşmüş. Biz bilmeyiz nasıl olmuş, kimlerden olmuş vermişler bir dilberi Molla’ya ki muradına ersin.
Gelinin yüzü kapalı. Molla heyecanla davranır. Dilber’in yüzü görünür olur; sanki afet-i âlem.
Molla bildiği, öğrendiği, gördüğü her şeyi unutur. Bu yer başka bir yer, bu gök başka bir gök. Bilmem nasıl tarif etsem; varın sayın ki yüzü açılan gökyüzü, birazdan öpüşecek olan yer ile gök.
Gözlerinde saflık, bakışlarında naz; al dudakları kendiliğinden davetkar. Teni üzerine ne düşse güzel keser; ama şimdi değil. Şimdi dünyanın en güzel ipleriyle dokunmuş, en güzel kumaştan bir en güzel elbise, Molla’nın gözündeki en kötü elbisedir; çünkü öyledir, bu sıcak ve sarılmak için can verilir hoş teni örten her şey çirkindir.
Bir söz söylese de bedelinde can istese yeridir.
Molla Pazarcı dilberiyle hemhâl olmuş, hem de günlerce, defalarca, bıkmadan usanmadan, dinlenmeden. Birbirlerine pek düşen ve bıkmadan sevişen bu aşıklar için sanki onlardan başkası âlemde yokmuş. Çünkü ne zaman biraraya gelseler gök yerle birleşir, dağlar deryalara karışır, ne var ne yok birlik olurmuş.
Derken kader Molla Pazarcı’nın dilberini vahim bir gün elinden almış.
Molla mecnûn olmuş ve eski diyarına avdet etmiş. Etmiş ama gayrı ne mollalığı kalmış ne arifliği. Bir deli âdem diye bilinmiş. Kah orada yatar, kah burada; gayrı bir kararı yok imiş.
Bir günü gelmiş bir tekkeye, büyükçe, güzelmi güzel bir “Huve” hattının karşısına oturmuş, dalmış. Derken oradan geçen ulema şununla bir uğraşalım diye ittifak edip yanına varmış. Demişler ki, “bre molla, biliyorsun ki “darebe” fiili bir “hüve”yi gizler derler. Eh söyle şimdi, bu darebe şu koca Huve’yi nasıl gizlesin?
Ulema’nın bu sualdeki imtihanına aldırış etmeyen Molla Pazarcı gözlerini devirerek “Size de akıllı derler; bilmiyorsunuz ki huve’sine göre darebe’si olur” demiş.
Masalımız bu kadar.
Devam eden yazılarda Güvercin Gerdanlığı’nın bugünkü meselelerini ele almaya devam edeceğiz. Bu yazıları sözümona edep ve ahlak sınırları dahilinde terbiye etmeye kalkanlar için hiçbir şey yazmayacağız. Bu yazılar sadece derdi, sıkıntısı olanlar için, bir sınır tanımadan kaleme dökülen bir yeni güvercin gerdanlığı’dır; belli bir yazarı olmayan surette.
Leave a Reply