Bu yazıda, bu yazıyı okuyanın ne yaptığını inceliyoruz.
Bu yazı okunurken bir takım vasıtalar ve esaslar araya girmiştir. Bunları kabaca şöyle tasnif edebiliriz:
- Elektronik cihaz, kağıt veya buna benzer bir malzeme
- Malzeme üzerinde yazının alanını teşkil eden sınırlandırılmış şekiller
- Zamanın ve uzayın dizilimleri
- Bir dil olarak Türkçe
- Yazara ve okura mahsus dil dünyası
Şimdi bunları kısaca inceleyelim.
Elektronik cihaz (telefon, tablet, bilgisiyar), ilk bakışta söylemek gerekirse, bu yazının okunduğu mekandır. Yazı, bu cihazın kendi kabı içinde mevcuttur, ve dışında mevcut değildir. Yani, mesela cihazı tutan elde, veya cihazın üstünde durduğu masada ve buna benzer bir yerde bu yazı mevcut değildir. Daha eski zamanlarda olsaydı, büyük ihtimalle bu mekan bir kitap veya bir kağıt, yahud deri, ağaç, hatta kil ve taş da olabilirdi. Bu mekanlar, uygun surette bir araçla üzerlerine kazılanı, kendi imkanları nisbetinde muhafaza ederek kalıcılık sağlarlar. Kalıcılık sağlanmadığı takdirde, yazının bir mekanda mevcud olması mümkün değildir. Bu bakımdan bu mekanları, kendi imkanları nisbetinde, kalıcılık veren mekanlar diye nitelendirebiliriz.
Ancak yazı, bu mekanın her yerinde değil, belli bir yerinde konumlanmıştır. Mekanın bu belli bir yeri, yazıya mahsus alandır. Bu alan, mekanda yer tutmaktadır. Bu bakımdan bu mekanın bir içi vardır. Yazıyı okuyan, hem mekana bakmaktadır hem de mekandaki yazının alanına. Mesela yazı ekranın orta alanındaysa, okur, yazıyı okumak için orta alana bakar, alt kısımdaysa alt kısma bakar. Ancak bu alanın mesela orta alanın, alan olmasını mümkün kılan, alanın etrafını kuşatan mekandır. Yani okur hem mekana (elektronik ekrana) hem de mekandaki yazı alanına (ekranın orta alanına) bakmak zorundadır. Aksi halde yazıyı göremez.
Ekrandaki alanda esasen bakılansa harf ve noktalama işareti adını verdiğimiz şekillerdir. Alan nasıl ki ekranın içindeyse, bu şekiller de alanın içindedir. Yani ekranın olduğu gibi, alanın da içi vardır. Buradaki şekillere bakan, aynı zamanda alana ve ekrana da bakmaktadır. Böylece okurun şuanda üç şeye hem ayrı ayrı hem de aynı anda bakmakta olduğunu anlıyoruz: Mekan olarak ekran, harf olarak şekiller ve bu şekillerin işgal ettiği, ekrandaki alan. Yoksa bu yazıyı göremez.
Okurun bu yazıyı okuyabilmesini mümkün kılan başka hususlar da vardır. Bunlar da dizilimlerdir. Harf ve noktalama işareti adını verdiğimiz şekiller belli bir düzende dizilmiştir. Bu dizilim şuanki Türkçe yazım itibariyle yön olarak, soldan sağa doğrudur. Ancak dizilim ile kastedilen bundan fazlasıdır. Biz Türkçe veya başka bir dil itibariyle soldan sağa, sağdan sola, yukardan aşağı harfleri ve kelimeleri dizebiliriz, ancak bu dizilimlerin hiçbirisi, bizatihi şeyleri ard arda ve yan yana dizme imkanı olmadan ortaya çıkamazdı. Ardarda ve yanyana dizmek, şu yönde veya bu yönde dizmeyi de mümkün kılan, daha esas bir kategoridir. Bu kategori, şu yönde veya bu yönde dizmek eyleminden türetilmez. Mesela “elma” kelimesini “amle” diye tersi yönden yazsak, ve okurdan soldan sağa değil de sağdan sola doğru anlamlı bir kelimeyi bulmak üzere bu işareti okumasını istesek, aynı şekilde “elma”yı okuyabilir; ancak okurun her iki yön dizilimi itibariyle de esasen dizdiği, öncelikle “ardardalık” ve “yanyanalık”tır. “e-l-m-a” da yanyanadır, “a-m-l-e” de yanyanadır; ve her biri öncelik sonralık bağıntısı içinde ardarda gelmiştir. Bu yönsel dizilimlerin her birinde de mevcut olan, ardarda ve yanyana dizimdir. Okur, önce yanyana ve ardarda dizmeden, soldan sağa doğru dizmez. Ancak biz yönsel dizimi de işin içine katacak şekilde, daha basit anlamda, buradaki yazıyı okumak için, okurun “diziliş”e baktığını söyleyebiliriz. Yani geniş manada diziliş, bu yazının okunma esaslarından biridir. Dizim olmadan, bu yazı okunmaz.
Fakat ilginçtir ki dizim, ne ekrandadır, ne yazı alanındadır ne de şekillerde. Okur, kendine mahsus şekilde zamanı ardarda dizmeden ve uzayı da yanyana dizmeden, burada bir yazı okuyamaz.
Okura mahsus olan bu dizme özelliğini, bu ekran, bu alan ve bu şekiller, okura yükleyemez. Okurda zaten dizme özelliği yoksa, bu yazıyı okuyamaz. Dizme özelliği yoksa harfleri ve kelimeleri nasıl takip edecek? Nasıl birini önce diğerini sonra olarak algılayacak? Bu dizme özelliğinin, duyumsamadan ve algılanan dünyadan kaynaklanmadığını anlamak için bizce bu basit örnekler bile yeterlidir. Okur, kendine mahsus bir zaman taşımaktadır ve bu zaman, ona ne bu şekillerden gelmektedir ne de geniş manada dış dünyadan.
Ancak okurun sadece bu üç şeye bakması ve kendine mahsusen dizme özelliğine sahip olması sonucunda bu yazıyı okuduğu söylenemez. Bu yazı, bu üç şeyden fazlasıdır ve dizime getirdiği şeylerde de bu yüzden bunlardan bir başka şey daha vardır. Çıplak şekilde boş bir ekranda, bu yazı mevcut değildir. Ekranın bu yazıya mahsus alan harici bir yerinde, bu yazı mevcut değildir. Ekrandaki alanın içindeki şekiller olmadan da bu yazı mevcut değildir. Ancak şekillerin kendisi itibariyle de bu yazı mevcut değildir. Bu yazı, bu şekiller vasıtasıyla görülen bir dil’le mevcuttur. Bu dil, Türkçedir. Türkçe bilen kişi, burada dizdiği şekillere bir şekilde anlam verir.
Şimdi biraz daha dikkatli ilerlemek gerekiyor. Şekillerin yerini ekrandaki alan olarak ve alanın yerini de ekran olarak tesbit etmiştik. Bu sayede yazıdaki şekillerin mekanının ekran olduğunu söylemiştik. Sonra da bu şekilleri ve içinde bulunduğu mekanların okunabilmesini, bunlardaki dizime bağlamıştık. Dizim’in mekanı ise, okurun kendiydi. Şimdi de buradaki yazının okunabilmesi için bir dil gerektiğini anlıyoruz. Bu dile Türkçe diyoruz. Peki, Türkçe nerededir? Mesela ekranda mı? Eğer ekranda ise, ekranı kırıp imha etsek, Türkçe de yok olurdu. Açıktır ki Türkçe’nin mekanı ekran ve ekranın içindekiler değildir. Türkçe ne ekrandadır, ne şekillerdedir, ne de dizimdedir. Bu yazıyı okuyan kişi, ekrana ve içindekilere bakmakla Türkçeye bakmış olmaz. Ancak Türkçeye bakmayan, bu yazıyı okuyamaz. Yani Türkçe bilmeyen, bu yazıyı okumuş olmaz. Bu ekranda, Türkçeye bakılmaktadır ancak ne ekran, ne içindekiler Türkçenin kendidir. Bu dil’in yeri, bunlar değildir. Türkçe, bir dil olarak, başka bir mekandadır. Ve şimdi bu ekrana bakan, bu yazıyı okurken, o mekana, yani Türkçe’nin mekanına bağlanmaktadır. Olan budur. Türkçenin durumu da, dizimdeki duruma benzemektedir. Algılanan dünyadan Türkçe elde edilemez. Türkçe, dış dünyada mevcut değildir. Türkçe’nin mekanı, Türklerdir. Burada Türk ismiyle kastedilen, kimliktir. Kimlik, kavramının esası da ne bu ekrandır, ne içindekilerdir ne de dış dünyadır. Dış dünya ifadesine “genetik yapı” dahildir. Yani genetik yapı, bir dilin yeri değildir. Genetik yapı esasında dil teşkil edilmez, genetik yapı esasında kimlik de teşkil edilmez. Bu yazıyı okumayı mümkün kılan, genetik yapıyı aşan şeydir. Sırf genetik yapıya dayanılarak, bu yazı esasen okunamaz.
Ancak, bu yazıda bir dil olarak Türkçeyi de aşan şeyler vardır. Türkçe, dillerden bir dildir. Bu yazı elbette Türkçenin dil ve yazım özelliklerine uyularak yazıldığı için, bu bir dilin yazısıdır. Ancak bu dil ve yazım özellikleri, her ne kadar dış dünyadan alınmamış olsa da, okurun sonradan edindiği bir şeydir. Burada, “sonradan” ile kastedilen, “dil’e sonradan” düşüncesidir. Bu yazıyı okuyan, esasen “dil’dekidir” ve bu dil itibariyle de, “Türkçe olarak dil’deki”.
Dil’i olmayan, bu yazıyı okuyamaz. Buradaki “dil”, Türkçeye de evveldir. Bu “dil” olmasaydı, kişi, Türkçe dilinde de var olamazdı. Yani Türkçe’de “mevcud olmak”, önce “dil olarak mevcut” olmakladır. Bunu şuradan anlamaktayız:
Bu yazının okunmasını mümkün kılan, bu yazıdaki harf, hece, kelime ve cümlelerdir. Yazı, cümlelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla yazının esasını ilk elde cümle olarak buluyoruz. Sonra dönüp cümleye bakıyoruz, cümle kelimelerden müteşekkil. Anlıyoruz ki yazının esası, kelimeler. Kelimelere bakınca da, kelimelerin hece ve harflerden oluştuğunu görüyoruz. Ancak hece ve harflere müstakil anlamlar veremiyoruz. Elimizdeki anlamlı en küçük birim, kelimeler. Eğer “anlam” söz konusu olmasaydı, işi elbetteki hece ve harflere kadar götürmemiz gerekirdi. Çünkü kelimeler bunlardan oluşuyor. Ancak “anlam”, bizi kelimelerde durduruyor. Peki kelimedeki “anlam” nedir ve nerededir diye sorsak, elbetteki buna ekran ve diğer şeyleri dayanak olarak gösteremeyiz. Burada “anlam”ın yeri, yukarıdakilere bakacak olursak, ilk elde Türkçe’dendir. Türkçe itibariyle kelimelerin anlamları bulunuyor. Ama Türkçe itibariyle hecelere ve harflere (şimdilik) müstakil anlamlar veremiyoruz. Elbette kelimelere de müstakil anlamlar vermiyoruz, kelimeler ancak bir cümle tamamlandığında anlam ifade ediyorlar. Ancak cümle içindeki en küçük anlamlı unsur, heceler ve harfler değil, kelimelerdir.
Anlamlı en küçük unsur kelime de olsa, anlamın kendisini cümlede buluyoruz. Yani mesela, “en, unsur, kelime, anlamlı, buluyoruz” kelimeleri, kendi başlarına da anlamlıdır, ancak bu kelimeler itibariyle anlamı okunan, bu kelimelerden müteşekkil olan cümledir. Okur bu yazıda, kelimeyi, cümlede okumaktadır. Yani cümleye dayanarak, kelimelere bakmaktadır; ancak kelimelere müstakil olarak bakarak değil. Yani cümle, kelimelerin “birlik” esası olarak manzaradadır. Fakat, tekrar söyleyelim, cümlede kendisine bakılan, yani manzarada kendisine bakılan, “kelimeler”dir.
Kelimeler de, esasen, ya öznedir ya da yüklemdir. Bu bakımdan, cümlede kendilerine bakılanlar, özne ve yüklemdir.
İmdi; ne özne ne de yüklem, birer kavrayış olarak dış dünyadan elde edilemez, edinilen bir dil olarak Türkçeden de elde edilemez. Türkçe, bir kimseye, “özne” ve “yüklem” diye birer kategori yükleyemez. Kişide bunlar mevcut değilse, Türkçeyi zaten öğrenemez. Özne ve yüklem kategorileri ve bunları biraraya getiren cümle, Türkçe’den evvel mevcut olmak zorundadır. Aksi halde, kişi bir şekilde Türkçe bilse bile, bu yazıyı okuyamaz.
Türkçeden evvel mevcut olması gereken şey’in, özne, yüklem ve bunların biraradalığını temin bir kavrayış olması gerektiğini anlıyoruz. Bu kavrayış, Türkçe veya başka bir dil öğrenmeye evvel olarak kişide mevcut olmadan, bu yazıyı okuyamaz. Bu evvelden mevcut olan kavrayış, “dil’dir. Bu bakımdan dil, kişide Türkçeyi de mümkün kılan esastır. Bu dil de, söylemeye lüzum bile yok, genetik yapıya aşkındır; üstelik Türkçeye veya benzeri başka bir dilin kültürüne de aşkındır. Bütün kültürler bir araya gelse, bir kimseye, kendiliğinden faal bir “özne” ve “yüklem” gibi birer esas yükleyemez. Yüklenebilecek şeyler, bunların benzerleri olabilir ki, benzer ancak bir şekilde bir yerlerdeki bir asla istinad ederse mevcut olabilir. Dolayısıyla “yüklenemez” ile kastedilen, “aslen verilemez” demektir. Meselenin analitiğine girmiyoruz.
Şimdi, yukarıdaki anlamda dil’in mekanını soralım. Tam olarak burada hatırlatalım: Bir şeyin mekanı, o şeyin mevcudiyetinin dayanağıdır. Dolayısıyla bir şeyin mekanı bulunacaksa, bulunacak olan mekanın yok olması halinde, o mekandaki şeyin de yok olması gerektiğini unutmamak gerekir. Yani bir şeyin mekanını bulmak kolay bir şey değildir. Ancak bu yazı itibariyle şimdiye dek süren yürüyüş, şimdiki sonuçları çoktan haber vermiş olmalıdır.
Tekrar soralım, yukarıdaki anlamda dil’in mekanı nedir. Bakalım. Ekran mıdır? Açıktır ki değildir. Ekranı yok etsek dil yok olmaz. Ekranın içindeki bağıntılarmıdır? Bunlar da değildir. Dizme kabiliyetimiz midir? Nasıl olsun? Dizen kim? Bu da değil. Türkçe’dir diyelim. Ama diyemiyoruz. Yukarıda zaten dil’in Türkçeye evvel olduğunu kanıtlayarak dil’i bulduk. Peki, dil nerdedir?
Dil her neredeyse, açıktır ki, ne uzaydadır, ne zamandadır ne de mevcut olmak için bunlarla bağıntıya girenlerde. Ancak bunun kadar açıktır ki, bu yazının asli mekanı, ne ekrandır, ne içindeki alandır, ne şekillerdir, ne dizimdir, ne bir dil’in yapısıdır, ne dış dünyadır, ne de bunlara benzer bir şey. Bu yazı, aslen, dil’dedir.
Bu yazının yazarı, dil’e ve bu itibarla Türkçe diline dayanarak yazabilmektedir. Bu yazının okuru da, dil’e ve bu itibarla Türkçe diline dayanarak okuyabilmektedir. Yani bu yazının yazarı ile okurunun mekanı, aynı yerdir.
Yani yazar ile okur, bu yazıda, aynı kişidir. Aksi halde bu yazı (gerçekten) okunmuş olmaz.
Böylece bu yazıda, bu yazıyı okuyanın ne yaptığına yönelik incelememiz tamamlanmış oldu.
Leave a Reply