TARİKAT VE CEMAAT (ECLESSİA) FARKI
Talebu’l-Hakki, gurbetun
(Hakkı talep etmek, gariptir)
Hz. Ali (k.v)
İnsan gözlerini kaç kere açar dünyaya. Kaç kere başlar yaşamaya. Bakıldığında dünyaya doğduğumuzda, ilk kez orada gördüğümüzü düşünürüz dünyayı ve sadece bir kere olmuş bitmiş bir olay sayarız yaşamaya başlamayı. Gözlerimizi açtık ve şimdi ondan beri aynı dünyada aynı kişi olarak bir o aynı ömrü yaşamaktayızdır. Oysa tüm bunlar sadece bir tamamlama, bir bütünleme, bir hızlıca anlayıp bilme ve peşi sıra sökün eden bir alışkanlık. Çünkü aynı ilk günde yaşamadan anlarız tüm bunları. Kim söylemiş bunun ilk olduğunu ve ondan sonrasının da hep ondan sonra gelen bir akış olduğunu.. Kimseler söylemese de bunu söyleyen biri var insana, kendi kendine, kendi içinde. O her şeyi bir araya getirerek sorulması gereken soruları, farkedilmesi gereken yarıkları derhal gözler önünden alan, alışkanlık ve bir de yaşama hırsı. Bu hırstır bizi ayağımızı nereye bastığımıza bakmadan koşturan, bu alışkanlık bizi alabildiğine alan, yutan, bir sürüngen yılan kılan. Ve yalan! Her şeyin üzerinden geri dönülmez bir başlangıçtan sonra gelen, bu cereyan içinde tek bir sürdüğü sanılan bu bir yaşam. Oysa kaç yol ayrımı yaşar insan bu başlamış ve süren akışta, hatta baksa her dakikasında, her anında. İlk defa konuşmaya başladığında, ilk defa güldüğünde, ilk defa korktuğunda… bu ilklerde her ne olduysa, bunların hepsinin ikincisinde olan aslında yine ilk defa. Öyleyse nedir birini önce, diğerini sonraki demeye insanı mecbur kılan… şu sorgulanmamış alışkanlık ve vazgeçilmez edilmiş hırstan başka.
“İlk” denilen kavramdır, tüm bu sanıların altına yatırılan ve sonra sarılınan her yalanı çatlaksız bir gerçeklik olarak makbul kılan. İlk diye bir kavram olmasa, hiç anlamasak ilk dendiğinde onun ne olduğunu, hiçbir şey tekrar edemezdi bir daha. Diyemezdik başta şu vardı, sonra bu oldu diye. Söyleyemezdik dünü, düşünemezdik yarını ve anlayamazdık şimdi diye bir şeyin varlığını. Ama tüm bunların karşılığında, önceyi sonradan bir daha birleşmemek üzere ayıran ve her şeyi bir akışta böyle gelmiş böyle gider eden, şu yoran, bozan, tüketen alışkanlıktan, yani zamandan da kurtulmuş olurduk. Çünkü zaman, ilk’e dayanan ve ilk yaptığı da ilk’i ortadan kaldırmak olan bir kavram. İlk’i yok edebilseydik, zamanın tüm bu yaptıklarından da kurtulurduk. Oysa şimdi bu cümleyi henüz anlamaya başlamadan önce bile bizi durduran bir şey çıkar hemen karşımıza, yani bunun imkansız olduğu düşüncesi.
Bu nereden bakılırsa bakılsın yapılması imkansız olan şeyi ciddi ciddi düşünmenin anlamı ne olabilir ki biz durup da çözümdür diye buna gerçekten bir bakmak isteyelim? Hemen bizi sarmalayan bu imkansızlık düşüncesi, bu söylenenlerin hepsini birden anlamsız bir isyan cümlesinden ibaret sayar. Böyle düşünürüz birden, hatta düşünmeye bile gerek kalmadan, bildiğimizi farkederiz bunu. Ve tüm bu olumsuzlukları, bu sefer zamanı iptal etmeyi göze almadan başarmanın yollarını arar kimimiz. Bildiğimiz imkansızla vakit kaybetmeden, acaba çaresini bulabilir miyiz alışkanlığın ve tekrarın safdışı kılınmasının? En fazla böyle bakar en akıllımız, en çalışkanımız. Dener, sınar, tasarlar her çareyi yoklar. Ama ilk’i ve de zamanı gözden çıkarmadan. Sonuçta bir çare bulunması şöyle dursun, iş iyice berkitilir. Zaman dairesi daha da güçlenir, tüm o yaşananlar daha güçlü bir şekilde bocalanır insanların üstüne. Her yanı alışkanlık ve her tarafı tekrarlar kuşatır. Dünya, kocaman bir makine olarak heybetiyle arz-ı endam eder. Tepesine biner tüm emeklerin, tüm arayışların. Ve yıldırır her bir buna cüret edeni. Sonra yine sadece aynı hayallere kapı aralanır: ilk diye bir şey olmasa, hiç anlamasak ilkin ne olduğunu, hiçbir şey tekrar etmezdi bir daha ve diyemezdik başta şu vardı, sonra da bu oldu diye…
Bir arpa boyu yol almadan, yine imkansızın duvarına başvurmuş bir insanoğlu tarihi, aynı iflasın bile tekrarı karşısında çaresiz… Peki ama ya bu imkansız olduğu hemen ve her defasında anlaşılan teklifi mümkün kılan, aslında bir yol daha varsa… hem de ilk kavramını yok saymak şöyle dursun, tam da onunla, ilk kavramıyla başarı yoluna çıkan? Yani değil onu yok etmek, aksine daha çok ve daha büyük bir ilgiyle “ilk”in ne olduğuna bir daha dönüp baksak, onu gerçekten anlasak, aslında bir daha hiçbir şeyin tekrar etmeyeceği ve hiçbir şeyin önce ve sonra kılığında dizilmesi oyununa artık kanmadığımız bir hayata açar mıydık gözlerimizi? Hem de her an. Bu yüzden aslında hem aldanmayı hem de aldanılanın tam tersini, bu aynı kavrama dayanarak, bu aynı kavramın yüzünden mi bulacaktır gerçekten insan? Yani yolu açan da, kapatan da, bu aynı kavram mı? Bu yüzden mi tuhaf, bu yüzden mi her şeyi anlamlandıran, bu kavram? Ve yine bu yüzden mi ilk defa tuhaf olmaktan çıkartılan, ve bir daha hiçbir şeye bulaştırılmayan da, yine bu kavram.
Her şeyden evvel, bu böyleyse, peki denenmiş, bilinmiş bir yol mudur bu, bunca çare aramakla geçirilmiş yüzyıllar içinde? Cevap verelim: Hayır.. ve Evet.
Hayır; çünkü bu noktalar, işin özüne dokunmaktan itinayla kaçınan isimler tarafından, dikkati bu noktadan kaynaklanan ve benzetilen düşüncelere de çekerek, bu düşünceler esasında sonu çaresiz uğraşılarla örüp kapatılmıştır. Bu isimler, felsefe ve ilahiyat adı verilen alanlarda boy göstermişlerdir.
Evet; çünkü, bu nokta yeryüzünde bir kez olsun hepten kapalı olsaydı, zaten yeryüzünde başka bir şeyin mevcut olması söz konusu olamazdı. Bu noktayı daima açık tutan varlıklar, yeryüzünden eksik olmamıştır. Onlar, her yerde hikayeleri anlatılan ama tüm yalınlığıyla bu ince noktaları bizzat kendileri kendileri üzerinde sergilemelerine rağmen, anlattıkları şeyler hiçbir şekilde anlaşılamayan, aslında tüm diğer yaptıklarının tam olarak başlangıcı da bundan ibaret olan, şu tarikat, marifet ve hakikat ehlidir. Bu yüzden onlar, aslında en kadim varlıklardır; bu imkansız sanılanlar da, aslında en iyi bilinen, kanun-u kadimin kendidir. Ama sadece anlayabilene, görebilene ve ehline…
Sanırım buraya kadar çok büyük olan ama yine çok büyük bir sis perdesi altında görünmez durumda bırakılan bir sorunu karşımıza almayı başarmış bulunuyoruz ve başlıktaki kelimelerin de bu yüzleşmeye geldiğimiz sorunun birer kavramı olduğunu konuşabilmeye artık hazırız. Çünkü seyr û sülükun şartlarını yerine getirmek şartıyla tarikat, şu yukarıdaki imkansızın içine girerek her şeyi mümkün kılan insanların, yeryüzüne bu derdin dermanını anlatabilmek için tesis ettikleri yolları ifade ederler. Yani onlar, bu kelimelerle anılan yollarla, açık seçik imkansız olduğu düşünülen bazı temel şeylerin, aslında mümkün olduğunu gösterenlerdir; hatta bir yerden sonra da, zorunlu olduğunu..
Tarikat konusunu, çok çeşitli açılardan ele almak mümkündür. Kültür tarihi, dinler tarihi, hermenötik, gnostizm, hatta siyaset, savaş, ekonomi gibi farklı alanlarla iç içe şekilde ele alınabilir. Genellikle seçili bir inanışa veya topluluğa mahsusen ele alınması yaygın bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımların örnekleri çoktur. Ancak biz tüm bu bağlamları da ilgilendiren daha temel bir ihtiyaçtan hareket edeceğiz. Tarikat insanın neresinde doğmuş ve hangi asıl ihtiyaçlara karşılık olarak vücud bulmuş? Bizim sorumuz budur. Yukarıda belirttiğimiz “ilk” ve “zaman” sorunu da, bu asıl ihtiyaçların merkezi kavramları olmaktadır. Bir şeyin hangi ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıktığını anlamadan, o şeyi yeterince anlamak mümkün değildir. Bunu kabul ettikten sonra da, ihtiyaçların tam bir şekilde tespit edilmesi gerekir; aksi halde asıl nedenleri ve o şeyin asıl bulunduğu yeri göremeyiz.
Bu noktada bir ayrıma gitmek gerektiği görülmektedir. “İlk (ve son)”, “zaman” ve daha sonra anmaya başlayacağımız “varlık”, “mekan”, ve “can” gibi kavramları görür görmez, günümüzde yaygın çağrışımları itibariyle kullanılan tarikat sözcüğünün bu kavramlarla uyuşmadığı veya bu bağlamda bu kavramların garip geldiği düşünülebilir. Bunun sebebi, tarikat ile cemaat ayrımının ya tamamen ya da yeterince yapılamamış olmasıdır. Tarikat ile cemaat ayrımı yapmadan, tarikatın hangi ihtiyaçlarla ve hangi mahallerde ortaya çıktığını, esaslarını ve mahiyetini belirlemek ve tarihteki örneklerini düzgün bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir.
Çok kısa bir şekilde söylersek, bu ayrımın esası şöyledir:
Cemaat; dayanak, parça-bütün, ve kapalı devre işleyiş esasında varlık sürdüren bir oluşumdur.
Bu tanım, her türlü cemaati veya cemaat olarak tanımlanmaya gelen oluşumu kuşatır. Mesela dini söylemleri olan cemaatleri de, din karşıtı söylemleri olan cemaatleri de; ve de diğer sınıfsal, sosyal, ekonomik, politik, entelektüel vesair grupları da cemaat tanımına uygun şekilde özellikler gösteriyorlarsa, cemaat olarak nitelendiririz. Daha geniş açılardan bakabilen biri, her türlü küme için de benzer şeyin geçerli olduğunu görebilecektir. Mesela bir biyolojik nesneler kuramı, farkında olsun ya da olmasın, biyolojik nesneleri cemaat tanımına giren şekilde tesis etmişse, bu kuram itibariyle biyolojik nesneler bir cemaat olurlar. Keza matematiksel nesneler kümesi, cemaat tanımına giren şekilde tesis edilmişse, bunlar da cemaattir; yani esasları itibariyle aynı varlıksal özellikler göstermektedirler. Bu örnekler bilinen, düşünülen, inanılan, duyumsanan, hayal edilen her nesneler kümesi için geçerlidir. Bunlar arasında sadece izafi nitelik farklılığı bulunur; ki bu esas bir farklılık oluşturmaz.
Hiçbir cemaat, varlığın hakikatinden değildir. Varlık, yukarıdaki tanımı itibariyle, cemaat değildir. Aksine varlıkları cemaat eylemek, varlıkların hakikatini örtmenin bir neticesidir. Bunun böyle olmasının nedeni, cemaat kavramını oluşturan unsurların mahiyetinden gelir.
Cemaat kavramını oluşturan unsurlar, yukarıda da söylediğimiz gibi, “dayanak”, “parça-bütün” ve “kapalı devre işleyiş”tir. Bu unsurların anlamları çözümlenirse, cemaatin mahiyeti görülür.
“Dayanak”, her bir şey için düşünülmesi gereken bir kavramdır ve ontolojik çeşitleri vardır. Cemaate mahsus “dayanak”, cemaatin kendisine dayanır. Yani cemaat, kendi kendine dayanır. Bu bakımdan cemaate mahsus “dayanak”, sahte dayanaktır. “Gerçek bir dayanağın” teşkil edilmesi, cemaati dayanaksız bırakır.
“Parça-bütün” ilişkisi, cemaate mahsus kendinden menkul “dayanak” olmaklığın bir cihetidir ve cemaatin üyeleriyle toplamının beraberce bulunmasının esasıdır. Cemaat üyeleri, kendi kendilerine dayanarak, bir araya gelirler ve bir araya gelerek bir bütün teşkil ederler. Bu bütün, tek bir kişi gibidir ve bu tek bir kişi gibi durumuyla bütün, cemaatteki her bir kişiyle ilişkilidir. Bütün cemaat parçaları, yani cemaat üyeleri (veya elemanları), tek bir kişi gibi olan bu bütünle, tek tek veya hep beraber ilişki içinde olarak, cemaati ayakta tutarlar. Bu bütünü kırarsak, tek tek parçaları buluruz; tek tek parçaları bir araya toplarsak, bu tek bir kişi gibi olan bütünü buluruz. Bunlardan hangisi bütündeki nesne, hangisi parçadaki nesnedir, bu ancak bunların birbirlerine tekdüze bir yerde, ilişkiye girmeleriyle ortaya çıkartılabilir. Tekdüze, yani, mesela parçalar bütünün neresindedir, bütün parçaların neresindedir diye baksak, bir lego, bir yapboz gibi bir biraradalık görürüz. Bütün, parçalarını aşmamıştır, ve parçalar bütünü içermemiştir. Bu anlamda sanki ne bütün vardır, ne de parçalar. Ortada olan şey, sadece cemaattir.
“Kapalı devre ilişki” ise, parçaların birbirleriyle ve bütünle, bütünün de parçaların her biriyle ilişki içinde, kendi kendilerine dayanarak değişim göstermelerini ifade eder. Bu anlamda değişim, basitçe söylersek, birinin önce diğerinin sonra olması ile zamansal, birbirleriyle yer değiştirmeleri itibariyle de mekansal hareketlerini ifade eder. Bu değişim, “kapalı”dır; çünkü cemaat kendi kendine dayanır; aşkın bir şeye değil; “devredir” çünkü, bu işleyiş, bu nedenlerle, döngüseldir.
Aşkın bir şeye dayanmamak, cemaatin ana özelliklerinin başında gelir. Ama bunu iyi anlamak gerekir. Çünkü bakıldığında, bütün cemaatler, bir aşkınlık veya tümleyicilik söylemi ve inanışı ve hatta mekanizması içindedir. Aksi halde parçaları cemaate dahil edecek tutamak tasavvur edemezler. Burada aşkın bir şeye dayanmamak ile kastettiğimiz, esasen aşkın bir şeye dayanmamak durumudur. Yani esasen aşkın şeyin burada fiilen yaşamaması demektir. Cemaat, aşkın olması gereken şeyi, “sürdürülebilir” eyleyerek, kapatır ve onun yerine kendini geçirerek yaşamaya başlar. Sürdürülebilir eylemenin birçok yolları ve suretleri vardır. Bu yolların hepsinin ortak esası ise, aşkın şey olarak tesis edilenin “ad’ıdır”. Bu ad, cemaatin adıdır ve cemaat, bu adla sürdürülür. Her bir cemaat üyesi, bu ad ile cemaate parça kılınır. Kapalı devre ilişki, bu ada göre işletilir. Bu ad görünürde açıktır, ama kendisi itibariyle ölüdür. Bu bakımdan cemaatin esası, yaşar gibi gösterilen, ölü isimdir; yani ölümdür.
Cemaate parça edilenler, öldürülerek cemaate getirilirler. Buradaki ölüm, hayatsız ölümdür.
Son olarak cemaatlerin bir diğer temel özelliği, kendi kendilerine dayanan kapalı devre olmaları sebebiyle, açılıp serpilememek ve hariçte bıraktığını örterek kuşatamamak esasında yürümeleridir. Bu nedenle cemaatlerden her biri, belli bir yerden sonra, bir diğer cemaati kurtuluşu olmayan şekilde, yani yeni asli bir varlığa çıkmayan şekilde, yok etmeye yönelir. Bu en azından, bilkuvve böyledir. Buradaki yok etme, diğeri üstünde iktidar kurma şeklindedir. Tıpkı cemaatin kendi içlerindeki yer değiştirme işleyişi gibi, cemaatler de kendi aralarında, bu anlamda yer değiştirirler, ve bazısı bazısını yok eder ve yerine geçer. Alınan sonuç, yine cemaatlar arası ilişki bakımından, yine cemaatin sürmesidir. Bu bakımdan bu yok ediş, gerçek bir karşıtlık ifade etmez; bu, cemaatlerin, sadece asıl düşmanlık ettiklerine yönelik esaslarının, yani esastan salt yıkımcı olmalarının, kendi içlerinde, birbirlerine yönelik, kısmi bir tezahürdür.
Cemaatin asıl düşmanı ve yok etmek istediği şey, diğer cemaatler değil, cemaatlerle bir arada bulunması mümkün olmayan, ve cemaatlerin hepsinin de ancak kendisini örtmek suretiyle ayakta durabildikleri, cümle varlığın aşkın hakikati, cümle varlığın özden birliğidir. Bu bakımdan, cümle varlığın hakikatine karşı olarak cemaatler, aslında birbirleriyle ittifak ve uyum içinde hareket ederler.
Cemaat kavramının Latince karşılığı “kilise”dir. Kilise ve cemaat yerine “kurum”, “organizasyon”, “topluluk”, ve “küme” sözcüğüyle ifade edilen oluşumlara bakılarak, yeryüzünün cemaatin tasallutu altında olduğu kolaylıkla görülebilir.
Tarikat olarak anılan nice şeyin cemaatleşmesi sebebiyle, tarikat dendiğinde akla, tarikat kavramının kendine mahsus tarihsel örnekleri, esasları ve amaçlarıyla bağdaşmayan çağrışımlar gelmeye başlamış ve bir yerden sonra da tarikat, cemaat ile eşitlenir olmuştur. Şüphesiz bunun sebeplerinden biri, tarikatı yanlış şekilde tanımlayanlardır; ama asıl sebebi ise, tarikatların kendi kendilerine gittikçe cemaatleşmesidir.
Bu yanlışların düzeltilmesi için, ve başta belirlenen, tarikatın hangi ihtiyaçlara karşılık olarak çıktığını görmek için, tarikat kavramını bazı temel noktalardan incelemeye geçiyoruz.
Yol anlamına gelen tarikat kelimesi, ilk bakışta bile, cemaatten bir çok açıdan farklı olarak, bunun bir arayış ve bir süreç, bir izleyiş olduğunu belli etmektedir. Daha sonra da görüleceği üzere, bu anlam, sadece sözlüksel bir anlam değildir. Gerçekten de tarikatın özünü ve tezahürünü belirtmektedir. Arayış, süreç ve izleyiş, yolun ve yolcu olmanın kavramlarıdır.
Burada hemen dikkati çeken şey, yol anlamındaki tarikatın, çok karakteristik bir şekilde, yolcu esasında anlamlı olduğudur. Yani tarikat, daha en başta dikkati “yola ve yolcuya” çekmektedir. Bu bir tesadüf değildir. Nereden bakılırsa bakılsın, yolcuyu dikkate almak, yolcuyu düşünmek, tarikatı anlamanın asıl başlangıç noktasıdır. Bu farklılık çok önemlidir. Dikkatleri “yolcu” gibi, “birey”e çeken, şahsa getiren bir şey, temelleri itibariyle bireyi, yani ferdi merkeze alan bir şeydir; topluluğu değil. Bireyin merkeze alınmasının en çarpıcı yanları, her ne durumda olursa olsun, doğrudan birey olmak, ferd olmak duyusunu yaşayan veya yaşamak isteyen varlıklarda apansız duyulur. Her varlığın derininde bir yerde, “birey” olmanın bir koşulsuz ama bir küskün ve hasret içeren hissi vardır. O yüzden “yolcu” sözcüğünü duymak, düşünmeye başlamak bile, kişide tarifi zor hisler uyandırır; “yolcu”, birey duyusunun sanki en doğru, en mükemmel karşılığıymış gibi… Bu hissler göz önünden alınmazsa, yapılan ayrımların nihai gönderimleri daha açık şekilde anlaşılacaktır.
Yolcuya çekilen dikkat kadar, tarikatın dikkati kendisine getirdiği diğer bir kavram, arayıştır.
Arayışı olmayanın, aramak ihtiyacı bulunmayanın, bir amaca gittiği düşünülen bir yol edinmesini düşünemeyiz. Dolayısıyla tarikat kelimesini “arayış” faaliyetinden ayrı düşünemeyiz. Yine nereden bakılırsa bakılsın, tarikat, yani “yol” bir arayış hissi uyandırır. Bu da sadece sözlüksel bir durum değildir. Ehl-i tarikat veya seyr u süluk ehli denince akla gelen isimler ve onların eylemleri, bu durumun en açık kanıtıdır. Bunun da üstünde durmak tarikat kavramını teşkil eden esasları anlamak için önem arzeder.
Burada, arayan ve aranılan bağıntısı vardır. Bu bağıntı yine, çok derinlerde, çok özel yerlerde, her bir kimse için duygulu, manalı hisler uyandırır. Aramayı ve aranılanı düşünmek, apansız tanıdığımız şeyler duyurur bize. Bunları yakından tanırız, ama hemen hiçbir zaman incelemesini yapmayız veya yapamayız. Ancak eğer tarikatı, temelleri ve mahiyeti itibariyle ve hangi ihtiyaçlar sebebiyle anlamak istiyorsak, bu yakından tanıdığımız hisleri bir kenara bırakamayız. Çünkü bu, yolun ve yolcunun ne olduğunu anlamanın bir yoludur. Arayan bir kimsenin nasıl bir durumda olduğunu, nasıl bir yerde durduğunu görmek, bu yüzden, bilmek gerekmektedir. Çünkü bulunacak şeyler, yolcuyu yola getirecektir.
Sadece işaret etmekle yetinirsek, bir muhtaç olma, bir kayıp olma, bir ayrılık halinde olmak durumları düşünülmeden, bir arayıştan söz edilemez. Bunlardan “ayrılık”, yolcunun zaten en temel diğer durumudur. Ve yolcu dendiğinde, arayış dendiğinde hissedilen küskün, efkarlı ve hasretli hislerin asıl nedenidir. Bu kavram özelinde ilerde daha fazla duracağız.
Bağlama dönersek, arayışın, yani arayışa girenin, aslında evvela muhtaç olduğunu, bir kaybının olduğunu, bir ayrılık içinde olduğunu farkederiz. Bildiğine, elinde bulundurduğuna, ayrı olmadığına inanan birinin arayışa girmesi gerekmez. Arayıştan çok fazla bir şey anlaması da beklenmez. Bu nedenle tarikat; muhtaçların, kayıpların, kaybedenlerin, ayrılık yaşamışların doğalarına hitab eden, bu doğayla uyumluluk gösteren bir şeydir ve kaybetmeyi, ayrılığı ve ihtiyacı tatmamış, duymamış ya da artık tadamaz, duyamaz duruma gelmiş olanlara gelmez. Nasıl gelsin?
Kaybetmenin ve bilhassa ayrılığın tadını almamış biri, aramak için hiç yola çıkar mı? Bunu düşünemeyiz. Bu nedenle tarikatı, buna benzer koşullar bağlamında, tasavvur edemeyiz. Tarikat burada değildir. O kayıpların, kırılmışların, ayrılık sızısı yaşayanların kendi kendinden buldukları bir şeydir. Buradaki genel ifadeleri şimdilik kayıt ve istisnalarla karalamak istemiyoruz. Alelıtlak bir şekilde, her kim kayıplık duyuyor, ayrılık sızısı yaşıyor, gönlünde burukluk, kırıklık buluyorsa, yola gelmeye, yola çıkmaya uygun biridir.
Bu açılardan bakmaya devam edersek, tarikatın, aynı zamanda bir mücadelecilik, bir savaşçılık tabiatı istediğini görmekteyiz. Ayrılığa ve kayba uğramışlar, yola çıkarak, yola düşerek harekete geçmişlerdir. Yani tarikat, kumaşı savaşa, çabaya, emek vermeye uygun olanların, savaşı ve mücadeleyi göze alabilenlerin uğraşıdır. Savaşa, mücadeleye, çabaya, çalışkanlığa yatkın olmayan veya bunları göze alamayanların tarikat içine girmesi, tarikat sahibi olabilmesi, yani yola düşmesi beklenemez. Heves gösterilebilir, ancak hiçbir heves, açıktır ki, meşakkatlere karşı sabırlı olmak azimle ilerlemek için yeterli bir sevkedici esas değildir. Tarikat için gerek olan, esastan çalışkanlıktır. Tembellikle yol alınmaz. Tembeller giderler bir cemaate parça olurlar. Başka ne yapsınlar.
Bu şekilde ilerleyerek, tarikatın değil cemaat olmak, cemaat olmaktan kurtulmaya yönelik başlayan bir ihtiyacın neticesinde oluştuğunu tafsilatıyla görmeye başlarız. Tarikat, çok temel bir insan ihtiyacının, insan davranışının ve insan hayatının kendiliğinden beliren bir doğal mücadele ve ilerleme sürecidir. Hiçbir şekilde hafiflik, ezber ve alışkanlık ürünü gelişigüzel bir yaşamla bağdaşmayan bu yolun, bu özellikleriyle alakası olmayan bir şekle büründürülmesi kabul edilemez. Tarikat konusunu kendi aslıyla alakasız şekillere bürüyenlerin, bu konudaki temel hataları, tarikat ile cemaat kavramlarını eşitlemeleridir ve tarikatı asılsız tanımlamalarla belirlemeye çalışmalarıdır. Bu, eğer konuya yakınlığı olmayan kalabalıkları dikkate almazsak, kabaca iki kesim uzman tarafından yapılır. Bu uzmanlardan biri, tarikat içinde olmayıp da, meseleyi, fikrî esasta incelemeye çalışanlardır. Diğeri ise, tarikat içinde olmak iddiasıyla, meseleyi tarikatla alakası olmayan şeylerle bulandıran, sözde-tarikat veya aydınlanma ehlidir. Bu ikinciler, tarikat temsilcisi olmak konumunu da işgal ederek, birinci kesimdekilerin yanılmalarına da katkı sağlarlar. Bu her iki kesimin de hatalarına düşmemek için, yapılması gereken, evvela tarikatı doğru bir şekilde tanımlamaktır. Tıpkı yukarıda cemaati tanımladığımız gibi, tarikatı da tanımlayarak kendimize bir temel teşkil ederiz ve konu hakkında sürüp giden soruları kendimize mahsus bu temel itibariyle ele almaya devam etmek yoluna gideriz. Bu, sağlam olan yoldur.
Tarikatı tanımlamadan önce tekrar hatırlatalım, tarikat ile “seyr û sülûk”u kastediyoruz.
Tarikat (seyr û sülûk); “kaynak”, “yolcu ile yol gösteren” ve “açık devre dönüşüm” esasında faal olan, bir “olmak” yolu’dur.
Cemaati ise şöyle tanımlamıştık:
Cemaat; dayanak, parça-bütün, ve kapalı devre işleyiş esasında varlık sürdüren bir oluşumdur.
Burada, cemaat ile seyr u sülûk anlamındaki tarikat arasındaki farkları anlamaya çalışırken, bu ikisinin birbirlerine karıştırılmasının nedenlerini de görmek mümkündür.
Hem tarikat, hem de cemaat, bir kökene dayanır. Tarikattaki köken, canlıdır ve devinim halindedir; cemaatteki köken ise cansızdır ve durağandır. Bu farkı bir çok yoldan anlamak mümkündür, ancak bunun en açık şekilde idrakı, köken konumundaki dayanağın, o şeye dayanan bireyin tecrübesinde teşkil edilebilip edilememesiyle belli olur.
Her türlü köken ve kimlik için geçerli olan genel bir esas vardır: Eğer bir kimliğin kökeni, o kimlikle kimliklenmiş kişide, bir asıl, yani nihai esas olarak, teşhis ve teşkil olamıyorsa, yani kişi en asli köken olarak aldığı şeyi, bizatihi kendinde aynen idrak edemiyorsa, yani bu durum o köken ve birey ilişkisi için imkansızsa, o köken, bir asli kimliğin kökeni, o kimlik de bir asli kimlik olarak kabul edilemez.
Bu ne demek? Bu şu demek: Eğer bir kimlik asli kimlikse, o kimliğin kökeni konumunda düşünülen şey, aslını arayan biri için, nihai asıl olarak, o kişide idrake gelir. Aksi halde aslını aramaya çıkan bir kişi, o kimliği aşmak veya üzerinden atmak zorundadır; hem de kendiliğinden bir telkinle, kendi kendine.
Asli olmayan bir kimlik, aslını arayan biri için, zincirdir, esarettir. Kimsin dendiğinde, verilen cevaptaki isim ve özellikler, asli değilse ve kişide bizatihi teşhis edilemiyorsa, yani bu mümkün değilse, bu isim ve özellikler aslını arayan biri tarafından, çetin bir şekilde sorgulanır ve bu sorgulama neticesinde bir gün üstten baştan atılır. Aslını aramayan biri için ise bir hapishane olmaya devam eder.
Bu yüzden asli kimlik, bir varoluş meselesidir; hem de varlığını ciddiye alanın birinci meselesidir. Hiçbir şekilde ertelenmesi, geriye atılması düşünülebilecek bir şey değildir. Eğer ertelenmeye ve geriye atılmaya uğruyorsa, bunun nedeni kişinin bir varoluş meselesi olmaya henüz gelmemesidir. Yani asli bir varlık olmadan yaşam sürdüğünü henüz idrak edememiş olmasıdır. Elbette bunun da nedenleri vardır. Yani kişinin bir varoluş meselesine gelmemesinin de nedenleri vardır. Mesela çok fazla ve çok çeşitli düzeylerde asli olmayan uyaranlara maruz kalmak ve alışkanlıklar esasında ve hatta harici varlıkların tayin ve tahdit ettiği ölçülerde yaşamayı temelden onay vermek gibi. Bunlar sık rastlanılan nedenlerden birkaçıdır. Bu arada hemen söylemek lazımdır ki, zaten arikat (seyr u sülûk), tam olarak bu nedenlerin üzerinde çalışır, bu nedenlerin etkisine yönelik karşı etki oluşturur ve kişiye öncelikle bu tip zincirleri farkettirir. Ki böylece kişi, kimsin sorusuna cevap vermek için başka bir şeye değil, bizzat kendine gelebilsin, bizzat kendine bakabilsin, vereceği cevabın kendisi, bizzat kişinin kendisi olabilsin diye. Bu nokta ilerleyen yazılarda daha açık farkedilecektir.
Bu nedenle köken meselesi basit bir mesele değildir. Size “kimsin” diye sorulduğunda, hemen aklınıza gelen cevaplara bakarsanız, bu cevapların her birinin bir “kökene” dayalı olduğunu görürsünüz. İşte bu kökenler, asgari olarak yukarıdaki iki şartı yerine getiremiyorsa, bu kökenlere dayanan adlar, yani kimsin sorusuna verdiğimiz cevaplar, asli değildir.
Bu iki şartı daha net bir şekilde şöyle yazalım:
Asli kimlikteki köken,
1) Nihai asıl veya nihai asılla alaka özelliği gösterir
2) Bu asıl, bireyde bizzat teşhise ve teşkile kabildir.
Birinci madde, geniş manada varlığın nihai kökeni ve esasları hakkında bir soruşturma, yani bir arayış ile alakalıdır. İkinci madde ise, kişinin bu köken ve esaslara aslen bağlanması ve nihayetinde dönüşmesiyle alakalıdır. Bu iki madde aynı anda, iç içe cereyan eder. Bu cereyan eden şeye, “hakikat” denir. Yani “Gerçek” denir.
Bunun içinde olanlara da “Gerçekler”, ve yaşadıkları zamana da “Gerçekler Dem’i” denir.
Dolayısıyla bu iki madde, “Gerçekler Dem’ine” ait bir icraattır.
Bundan bu yazıda daha fazla bahsetmeyeceğiz.
Eğer bu iki madde bir kimlik için geçerli değilse, o kimlik asli kimlik değildir. Asli olmayan böyle bir kimliğin kökeni, canlı değildir, ölüdür; devingen değildir, yani icraatı yoktur; durağandır. Bu durağanlıkla bu ölü, bu asli kimlikle varlık “sürdürenlere” dayanarak ayakta durur. Yani kendinden menkuldür. Cemaate mahsus köken ve bu anlamda dayanak, bu yüzden kendi kendine dayanır.
Tarikat (seyr u sülûk) için durum böyle değildir. Seyr u sülûk bir arayıştır ve bir kimlik sorgulamasıdır. Bu sorgulama için tesis edilen teknikler, yöntemler, yordamlar ve yol için belirlenen diğer esaslar, bir asla bağlanır ve bu asıl, o yolda yürüyende teşhise ve teşkile kabildir. Bu bakımdan bu köken, canlıdır, ve icraat halindedir. Ve yine bu bakımdan bu köken ve esas, kaynar. Kaynayan kökene bağlanan, kendi kendine değildir; kendinden menkul değildir; aksine, bir başka şeye, bir aşkın esasa bağlıdır.
Bu esas, sülûk ehlinden bağımsız olarak, kendiliğinden kaynar, kaynar da nehirler gibi akar. Kaynaktan akan, bu esas üzerindeki yolcuya gelir ve onu dönüştürür; çünkü akan şey yolcunun ve onun yolunun kendidir.
Bu bakımdan tarikatın zamanı, kapalı devre işleyiş değildir; açık kaynaktan devreden bir dönüşüm cereyanıdır.
Bu iki nokta, yani dayanak ve işleyiş farkı, cemaat ile tarikatın zemin ve çatı farklarıdır. Bu farklar, kişiler üzerinde, teşbihen söylersek, binanın kendisinde tezahür eder.
Cemaatin tanımında bulunan “parça-bütün ilişkisi” ile tarikatın tanımında bulunan “yolcu ile yol gösterenin yolculuğu”, bu noktayla alakalıdır.
Bunları da esasları itibariyle tanımlamak gerekir.
Teşbihen bina üzerinden bakılırsa, cemaatin bir yapı arzeden, parçalardan oluşmuş bir bütün olduğunu; tarikatın ise, her bir ferdde cümlenin esasını içeren, ve cümlenin de her bir ferdine “tek” surette “yer” olduğu, ve böylece cümle ile ferdin birbirine “bağlanmış” bir “mimari eser” olduğunu anlarız.
Cemaat için esas olan bütüne parçaların bağlanmasıdır. Bu bağlayış çok çeşitli şekillerde yapılabilir. Bu nedenle cemaat çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Mesela devlet şeklinde, mesela parti şeklinde, mesela bir düşünce topluluğu veya inanç topluluğu şeklinde, askeri, tıbbi, ekonomik, politik, dini, entelektüel bezemelerle ve herhangi bir yerde. Örneği çoktur.
Cemaate parça olabilmek için, cemaatin tüzel kişiliğini tanımak ve tüzel maddelerine bağlılık sözü verip bunlara uyumluluk sağlamak gerekir. Kişi, icabında bunlara uyumlu hale getirilmek için birtakım oryantasyon süreçlerinden geçirilir. Tam uyumluluk için gerekli ve yeterli sonuçlar alındığında, parça teşkili için gerekli ortam artık hazırdır. Bundan sonra parça bütüne bir şekilde entegre edilir ve kişi kendisine verilen direktifleri veya beklentiye uygun gelebilecek yararlılıkları yerine getirmek suretiyle hizmet vermeye başlar. Yani bir görevi vardır. Bu görev, tayin edilen veya yeteneğe göre tahdid edilen bir hizmet olarak, işlevsellik özelliği taşır; bu işlevsellik sayesinde kişi, bir iş gördüğünü hisseder ve bulunduğu konumu bununla anlamlandırır. Ama görünür olan bu işlevsellikten öte, asıl görevi, cemaati ayakta tutmaktır. Bu nedenle cemaatin ayakta tutulmasını bozmaya yönelik bir hata, her ne kadar işlevsel cihetten hizmetinde bir kusur söz konusu olmasa bile, “asli suç” olarak telakki edilir ve cemaat tarafından güvenlik protokolleri derhal devreye sokulur. Kişi bu asli suçu çok fazla şuurlu olmadan işlemeye yeltenmişse, çeşitli baskı ve yönlendirme mekanizmalarıyla bu sapkın ve “sakıncalı” hareketten vazgeçirmek yoluna gidilir. Bu pek söz konusu değilse kovuşturma, yargılama ve cezalandırma süreçlerine gidilerek kişi atalete getirilir. Bunun en hafif neticesi, cemaatten dışlanmaktır. Cemaatten dışlanan ise, ya başka bir cemaate girer yahut kendi bireysel çaptaki cemaatine döner.
Bu “asli suç”un ne olduğunu bütün cemaat üyeleri bilir. Ancak bunun neden “asli suç” olduğunu, yani suçun kaynağını, bilmezler. Yani bu bakımdan, “asli suç”un ne olduğunu, hiçbir cemaat üyesi, esasen bilmez.
Bilinmeyen bir şey de elbette ne tasdik edilebilir ne de inkar edilebilir. Asli suç, tasdik veya inkara uğramadan, tahakküm gösterir. Ve kişiyi esaret altına alır.
Kişinin bu “bilinmeyen” suçu şuurlu bir şekilde işlemesinin yolu, oradaki “bilinmezliği” gidermeye başlamasıyla olur. Yani “bilinmeyen bu şey”, neden ve nasıl orada olmuş diye “bilinir hale” getirilirse, cemaatin “sakındırdığı” suç, kişi için “sakıncasız” olur. Daha fazlasını söylemeyelim.
Bu ne olduğu çok iyi bilinen, ama aslında hiçbir şekilde bilinmeyen şey, cemaatin yumuşak karnıdır. Bu yüzden bu yumuşak yer, olağanüstü koruma ve tedbir altındadır. Bu tedbiri cemaatin üyeleri alır, kendi kendilerine, bir bütün olacak şekilde. Böylece cemaat, kendi kendine dayanarak varlığını sürdürür.
Cemaat böylece, cemaat haricine çıkmaksızın farkedilemeyecek hakikatlerin üzerini örter. Bu örtme neticesinde cemaate üye olanın, hakikatleri barındıran içi, kapanır. Hakikatlere kapanan için yerine, cemaat geçer. Yani cemaat, üyesinin içini işgal eder. Sonuçta cemaat üyesi, hakikatten gâfil bırakılır.
Seyr u sülük anlamındaki tarikatın içi ise, hakikatleri örtmez, aksine, hakikatlerin örtülmesine yönelik “karşı” fiil icra eder.
Hem cemaatin hem de tarikatın (seyr u sülûkun) bir içi ve bir de dışı vardır.
Cemaatin içi, yukarıda anlatılanlar itibariyle, gaflettir.
Tarikatın içi ise, marifet ve hakikattır.
Cemaate üye edilen, dış yüzünde cemaat seyreder, iç yüzünde ise gaflettedir.
Tarikate bağlanan, dış yüzünde birtakım yollar, teknikler, yordamlar görür, iç yüzünde ise, marifete ve hakikate doğru bir yolculuktadır.
Bu bakımdan cemaatin içi, sahtedir ve gaflettir. Tarikatın (seyr u sülûkun) içi ise, gerçektir ve ayağa kalkıştır.
Tarikatı cemaatten ayıran husus, seyr û sülûktur. Eğer seyr ve sülûkun asıl anlamları ve asıl faaliyetleri iptal edilir ve söylem, kılık, kıyafet, rit ve mit ile tarikat iddiasında bulunulursa, bu tarikat, oraya bağlanan kişinin kendi hakiketine giden yol değil, cemaate giden yol olur. Cemaatin yolu ise, hayatı olmayan ölüm, uyanışı bulunmayan uykudur.
Asli anlamı olan seyr ve sülûka geri dönmeyen tarikatın içinde ne marifet vardır ne de hakikat. Ancak bu asıl anlamı muhafaza eden veya yeniden açan tarikatın içi, marifet ve hakikattır ki, bunlar sahili bulunmaz ummanlardır; ne anlatmaya söz yeter ne anlamaya ömür.
Hakikat ve marifet yolu, garip kalmayı göze alabilenin yoludur. Yani, bu, garipler yoludur.
“Ne mutlu o gariplere!”
Not. I. Bu yazıda ifade edilen cemaat (ecclesia /Kilise) tanımlarının bütün kavramsal çerçevesi için, Prof. Dr. Yalçın Koç’a sonsuz şükran borçluyuz.
Not. II. Başta Hz. Ali’den nakledilen kavlin isnadı şöyledir: Hâce Abdullah el-Ensarî (diğer namıyla şeyhulislam Herevî) Cüneyd-i Bağdadî yoluyla Serîy-i Sekatî’den, Serîy-i Sekatî Ma’rûf-u Kerhî’den, Ma’rûf, Cafer-i Sâdık’tan, İmam Cafer, Muhammed el-Bâkır’dan, İmam Bâkır Zeynulâbidîn’den, İmam Zeynel Hz. Hüseyin’den, Hz. Hüseyin pederi Hz. Ali’den (k.a.v) merfuen nakletmiştir:
“Hakkı talep etmek, garip(lik)tir…”
Leave a Reply