SEYRUSÜLÛK – II

Francisco de Goya - Escena de Inquisición
900 584 Ahmet Turan Esin
Birey ve Topluluk

Zann, Hakk’tan yana hiçbir şey ifade etmez.

Necm, 28

Önceki yazıda tarikat ile cemaati, seyrusüluk esasında ayırdık. Cemaati, yaygın bir şekilde yapılandan öte, sadece dini içerikli bir oluşum olmaktan genişlettik ve cemaate seyrusüluk ile sınır çektik. Buna göre, dini bir içeriği veya söylemi olmasa da, seyrusülukun çizdiği sınıra tecavüz eden ve cemaat tanımına giren özellikler gösteren topluluklar veya bireyler de cemaattirler. Mesela ticari gruplar, politik örgütler, ideolojik teşkilatlar, etnik kümeler, hatta tesisi itibariyle cemaatleştirilmiş, bilimsel görünümlü nesne kuramlarındaki nesne kümeleri de, farklı nitelemelerle de olsa, aslında cemaattir.

Her türlü cemaat, kendi kendini ayakta tutar ve sürüp gitmeyi amaçlar, rekabet eder, ve iktidarı arzular.

Bu bağlamda cemaatin karşı olduğu şeyin de “birlik” olduğunu söyledik.

Birey, cemaatin asıl karşıtı değildir ve cemaat sadece bir topluluk düşüncesi demek değildir. Cemaatin aslında karşı olduğu, “birlik”tir.

İster toplulukla olsun ister bireyle, “birliğe” giden yol, seyrusüluktur. Bu bakımdan seyrusüluk, her türlü cemaatten çıkışın yoludur. Tarikatı cemaatten ayıran da, seyrusüluktur.

Seyr ve sülukun bu anlamları sağlamasının şartları nelerdir, bunlardan daha sonra bahsedeceğiz.

Bu yazıda, bireyi merkeze almanın ve yolcu ile yol gösteren yolcu olarak, rehberin, birlikte yolculuğunun bazı anlamları üstünde kısaca duracağız ve cemaat ile aralarındaki farkı bu açılardan biraz daha açmaya çalışacağız.

Seyrusüluk, bireyi merkeze alır, bunu tekrar hatırlatalım ve buradan devam edelim.

Önce hemen şu noktadan başlayalım. Bireyi merkeze almak, topluluğu dışlamak anlamına gelmez. Ancak bireyi merkeze almanın, birlik idrakı bakımından bir zorunluluğu vardır. Çünkü birey, yani şey, cümleyi kendinde birlik olarak idrak etmeden ve tek surette belirmeden, cemaatin sultasından çıkamaz.

Aynı anda hem çokluk olarak düşünülen birliği hem de tekliği idrak etmek, çetin çelişkiler barındırır. Birlik ve tekliği ve bu bağlamda çelişki arzeden halleri çelişkiyi ve batılı gideren surette teşkil edebilmek, bireyden kalkılarak başlanacak bir çalışmayla başarılır. Bu nedenle seyrusüluk, bireyden başlayarak hareket eder.

Bu kalkış noktası topluluğu, esası itibariyle gidermez. Fakat topluluğu merkeze alarak harekete geçmek halinde, ne yazık ki bireyi kaybetmek ve topluluğu kırmak zorunluluğu haricinde, dönüşü olmayan şekilde bireyi yok etmek durumuna gelinir. Yani topluluğu merkeze almak, bireyi yok etmekle sonuçlanır; birey bir gün bu sonuca rıza göstermemesi gerektiğini anlarsa, mecburen topluluğu kırmak zorunda kalır. Böylece topluluğu merkeze almak, topluluğun da yok edilmesine haklı bir zorunlu gerekçe oluşturur. Oysa bireyi merkeze almak halinde, hem bireyi hem de topluluğu kurtarmak imkanı vardır.

İmkan diyoruz, çünkü bireyi merkeze almak, her zaman hem bireyi hem de topluluğu kurtarmakla sonuçlanmayabilir. Yani her bireyi merkeze alan yaklaşım, sahih, haklı ve başarılı bir netice elde eder diye bir şey söylenemez.

Bu karmaşık durumun nedeni, hem bireyi hem de topluluğu sahih, haklı ve başarılı bir şekilde tesis etmenin nihai şartında, “birlik” ve “teklik” oluşların aynı anda geçerli olması gerektiği hususunun getirdiği,  çok çetin, çok sert ve imkansızlıklarla çevrili zorluklar vardır.

Evvela şu hususun hiçbir şekilde unutulmaması gerekir. Ne olursa olsun, ne hale gelinmiş olunursa olunsun, her durumda ve şartta aranması gereken şey, hakikattır.

Hakikate çıkmayan yol, karanlığa saplanır. Hakikat hilatını giymeyen, zulüm kılıcını kuşanır.

Ancak, “birlik” ve “teklik” sağlanamadan, hakikate vasıl olmak olanaksızdır.

Peki ama hem “birlik” hem de “teklik” aynı anda nasıl elde edilebilecektir?

Bu noktayı sürüncemeli eden noktaları iyi görmek gerekmektedir.

Çünkü birlik, bir “çokluk” ifade eder, hem de “ayrık olmamayı”, yani “ayniyyeti”. “Teklik” ise, hem “bir” hem de “benzemezlik” ifade eder.

Bu bakımdan birlik ve teklik teşkili, hadsafhada zorluklarla çevrilidir.

Hem birliği hem de tekliği teşkil etmenin getirdiği zorluk hakkında tarihsel bir fikir elde edebilmek için, mesela birinci sınıf felsefe ve ilahiyat metinlerine bakmak yeterli olabilecektir. Çünkü felsefe ve ilahiyat tarihi, maalesef, bu zorluk karşısında sürünmenin ve sürünenlerin bir tarihidir.

İşte bu zor sorunu beşer tarihinde halledenler olmuştur. Bunlar, cemaat babaları veya azizleri, yahud efendileridir.

Cemaat babaları, azizleri yahud efendileri, birliği bütünlüğe, tekliği de, parçalılığa tahvil ederek, sahte bir “birlik” ve sahte bir “teklik” teşkil ederler; birliğe ve tekliğe giden yolları örterek.

Buradaki cemaat babası, önceki yazıda ısrarla belirttiğimiz cemaatin tanımındaki, “dayanak” unsurudur.

Cemaat babasının, illaki dini bir söylem veya ürünle ortaya çıkması gerekmez. Genel manada cemaatin dini de imanı da, düşündüğü de, tutunduğu da, cemaatin babası ve babalarıdır; her kılıkta, her surette, ve her yerde. Bu yüzden buradaki baba, aziz yahud efendi; başkan (reis), yönetici, öğretmen ve benzeri adlarla da ortaya çıkabilir. Cemaat de, örgüt, teşkilat, şirket ve benzeri şekilde bir kurum da olabilir. Bu ikinciler, bazen birincilerden daha kamil, bazen daha nakıstır.

Her kurum, veya her topluluk, yahud her baba yahud her başkan, elbette cemaat ve cemaat babası değildir. Ama seyre ve süluka mani olan, ve cemaat tanımına girmeye hazır hâlde olan bu tür yapılanmalar, bir engel teşkil ederler ve cemaat olmaya da namzettirler.

Cemaat, esasen dayanakla kurulur. Dayanak, o cemaati bir araya getiren babadır (Peder).

Bu baba, kendisi itibariyle, köledir. Kendini kendi arzusuna, kendi nevrozuna, kendi hayallerine, kendi dar tecrübelerine köle etmiştir. Bu bakımdan cemaatin dini ve imanı, bu arzunun, nevrozun, hayallerin ve ve bu dar tecrübelerin esaretinin dini, mahpusluğunun imanıdır.

Cemaate entegre edilen de, bu nedenle, esir düşürülmüştür, sürünmeye vurulmuştur.

Tarihte birlik ve teklik meselesini halletmeye çalışan nice mahir düşünür ve sanatçı, cemaate direnmek istemiş ve fakat bunun bir hallini bulamamak bakımından çaresiz kalmıştır.

Bu nedenle nice kişi tarafından bu tip zor konular, bir cemaate inanılarak, bir cemaatin verdiklerine bel bağlanılarak, halledilmeye çalışılır. Oysaki inanç yoluyla ve kör bir bel bağlamayla bu meselenin halledilmesi imkansızdır.

İnanç için söylediğimiz bu imkansızlık durumu, düşünmek için de geçerlidir. Yani düşünmek, düşünceye dalmak, düşünce esasında ilerlemek, araştırmak, incelemek, irdelemek yoluyla da bu mesele halledilemez.

Birlik ve teklik meselesinin sadece düşünmek yoluyla halledilemeyeceği de ne yazık ki geniş bir çevrede hala farkedilememektedir. Düşünmek yoluyla halledilemeyenin, inanç yoluyla halledilebileceğini zannedenler ile düşünerek bu işi halletmeye çalışanların durumu, bu ortak nokta bakımından, aynıdır: çaresizlik.

Bunların düşünmek yoluyla halledilmesinin imkansız olduğunu düşünce yoluyla anlamanın en basit yolu, düşünmenin “birlik”e sonra olacak şekilde faal olduğunu görmekle mümkündür. Bu konuya girmiyoruz.

Benzer şekilde inanç yoluyla bu meselenin halledilemeyeceğini görmek için de, inancın mahiyetine bakmak gerekir.

Sadece inanmak, hiçbir şeydir.

Sadece inanmak, sanıyoruz, kimsenin yaptığı bir şey de değildir. Kişi inanırken, inanmaya götüren bir takım şeyleri de yanında bulundurur.

Bu arada şunu ifade edelim: “Gerekçelendirilmiş inanç” denilen şeyin de ne ifade ettiği iyice anlaşılmadan, kendi başına bir anlamı yoktur. Çünkü “gerekçelendirilmiş inanç”taki “gerekçe”nin ne olduğu, oradaki “inancın” meşruiyeti bakımından belirleyicidir. Söz konusu “gerekçe” bir belli “inanca”, “uygun” mahiyette ve “yeterlilik”te değilse, “gerekçelendirilmiş inanç”, “gerekçeleri” itibariyle, “yetersiz” ve “uygunsuz” bir inanç olur.

“Gerekçelendirilmiş inanç”, “inancı”, “gerekçesine” göre belirler. Bu bakımdan önemli olan, “gerekçe”nin ne olduğudur, yani hangi esasta olduğudur, sonra da bu gerekçe ile “inanç” ifade eden hükmün, nasıl belirlendiğidir.

Yani asıl mesele, “gerekçelendirilmiş inanç”taki “gerekçenin”, “Gerçek” olmasıdır. Gerçeği teşkil etmek ise, her bir şeyin gerçekliği bakımından, öyle üstünkörü belirlenebilecek bir şey değildir. Gerekçenin, önce kendisinin “Gerçeğe” dayanması gerekir;  “Gerçeğe” dayanmayan gerekçe, o gerekçeye dayanan “inancı”, gerçekdışı bırakır.

Yani mesela, birlik ve teklik meselesinde “gerekçe”, yani bu anlamda, “dayanak”, yani “Gerçek”, nedir, nasıldır? Sorun budur.

Birliğe ve tekliğe inanmak, veya bunları inkar etmek, yahud cemaate inanmak yahud cemaati inkar etmek, bunlar tek başlarına bir şey ifade etmezler.

Tüm bu hükümler, hangi dayanakla ortaya çıkar? Nasıl yapılıyorlar? Anlaşılması beklenen bunlardır.

Ne sadece düşünce ne de sadece inanç yoluyla, bunlara yanıt bulmak olanaksızdır.

Bu olanaksızlık, önceki yazının başında sözünü ettiğimiz “imkansızlıkların” da, oluşum nedenleridir.

Bir kere İnsanı esastan olacak şekilde, düşünen, algılayan, inanan diye sıfatlarla tanımlamak, yani insan düşünen, algılayan, inanan bir varlıktır gibi tanımlarla iktifa etmek, bu olanaksızlıklara ve imkansızlıklara insanı mahkum etmeye temelden onay vermek anlamına gelir. Yüzyıllardır yapılan da budur.

Bir kere böyle bir tanımlamaya gittikten sonra, sonra insana ruh, öz, sezi, aşkınlık gibi nitelemeler ilave edilebilip edilemeyeceğini tartışmak, artık beyhudedir.

Bu beyhude işlerle vakit geçirirken o sıra insan birey miydi, yoksa toplumsal bir varlık mıydı, birey olmak nasıl başarılacak, toplum nasıl tesis edilecek diye sorunlara yönelmek de, anlamlı ve haklı sonuçlar vermeyecektir, vermemiştir.

Birlik ve teklik aynı anda sağlanamadan, hürriyetten ve hakikatten bahsedilemez; birey ve toplumdan hiç bahsedilemez.

Düşünmek ve inanmak, tek başlarına birlik ve tekliği sağlayamazlar. Birlik ve teklik sağlayamayanlar, cemaatlerin av silahları karşısında, korunaksız kalırlar, ve büyük ihtimalle avlanırlar.

Birlik ve tekliği sağlamak, seyre ve süluka çıkmakla mümkündür. Bu nedenle seyrusüluk, temel bir İnsan davranışı, temel bir İnsan ihtiyacıdır. Söylediğimiz budur.

Seyrusüluk, cemaatin reddettiğini ve düşünmenin olanaksız bulduğunu, mümkün eyler.

Seyrusüluku ve bu esastaki tarikatı, işte bu ihtiyaç üzerinden ele almak gerekir. Gerisi, boş iştir.

Meselenin neden birey merkezinde gerçekleştiğini anlamaya çalışmak da bu açılardan belli olmaktadır.

Önceki yazıda da söylediğimiz gibi, seyrusüluk, bireyi merkeze alarak hareket eder; ve düşünceye imkansız görünen nice şeyi, mümkün eyler; üstelik cemaatin sultasını da temelinden iptal eder.

Buradaki birey, seyreden bireydir ve süluk eden bireydir, yani sâliktir. Sâlik, yolcu demektir. Dolayısıyla merkeze alınan, yolcudur.

Tarikatta merkeze alınan bireylerin her biri için geçerli olan seyr ve süluk, her biri için kendine özel, kendine mahsus bir yolculuktur.

Bu yolculuk, tek tek, birliğe doğrudur. Ama hemen tekrar söyleyelim, günümüzde çok sık görülmeye başlanan, bu anlamdaki yoldan başka bir esas ve başka bir amaç güden ve tek tek olması icab eden seyr ve süluku ihmal eden tarikatlar, adı, sanı, şanı, namı ne olursa olsun, bu anlamda bir tarikat değildir. Çünkü yolu yol değildir.

Bireyi merkezi almak, bir insan ömrünü merkeze almak demektir. Bu ömür, işareten söylersek, düşüncelerle, inanışlarla, hayallerle, yargılarla, kavgalarla, acılarla, zevklerle, yaralarla, yaralamalarla, kanla, iştahla, sızıyla, kırgınlıkla, hasretle, pişmanlıka, yorgunlukla, yani nice hallerle, nice belalarla doludur.

Seyretmeye gelen yolcuya, seyirde yol gösteren yolcu, yani rehber, o bir bireyi merkeze alırken, onun tüm bu cihetlerini de merkeze alır, tüm bu cihetlerini, tüm yolun merkezine koyar. Tüm cihan, tüm kainat, bu esasta tesis edilir, bu esasta seyre gelir. Ve seyredilecek şey “Gerçek”tir.

Her şey bu iki yolcu arasında, bu ve daha fazlası olan cihetler merkeze alınarak, böyle bir ilişki içinde açılacak,  birlik ile tekliği sağlamaya varan bir seyahat olacaktır. Aksi halde, burada, bireyin merkeze alındığından bahsedemeyiz.

Sadece bu bakımdan bile anlamak mümkündür ki, bireyi merkeze almak ile kastedilenler, basitçe bireyci bir düşünceye tutunmakla alakalı bir şey değildir. Bireyi merkeze almanın gerektirdiği bu anlamları göz önüne alırsak, bireyi merkeze almadan evvel, bireyi merkeze almayı göze almanın gerektiği görülebilir. Bireyi bu anlamda merkeze almak, bir yatırıma imza atmaktan, bir evliliğe karar vermekten, bir inanışa tabi olmaktan, bir politik veya askeri harekata kalkmaktan ve bunların daha ilerisi olan nice adımdan, daha hassas, daha tedirgin edici, daha dikkat isteyen bir şeydir.

Bireyi merkeze alamamakla ilgili yaygınlığın nedenlerinden biri de, zaten budur.

Bireyin tüm cihetlerini bu anlamlarda merkeze almak, bu yüzden ilim gerektirir. İlim olmadan, yol göstermekten bahsedilemez.

Bu ilimin, bireyin esaslarını kuşatması gerekir.

Esaslar ile kastettiğimiz, her bireyde olan, genel esaslardır.

Bu nedenle de seyrusüluk, bir ilimdir.

Cehaletle Hakikate varılmaz.

Seyrusüluka çıkan bireyler, birlik idrakına ve tek olmaya çıkarlar, cehaletten yüz çevirerek. Cemaatler ise birliği olmayan bölünüklükle, tekliği olmayan çoklukla yüz göz olurlar ve cehalete düşerler. Böylece hem bireyi hem de toplumu esasen yıkarlar.

Oysa birlik idrakı ve birliğin merkeze alınması, hem bireyi hem de topluluğu kuşatır. Bu kuşatışa her türlü cemaat karşıdır. Aksi halde cemaatin yıkılması gerekir.

Bu zorunluluk nedeniyle bireyi merkeze alan seyrusülukun merkeze aldığı bireylerden bir cemaat oluşturduğu düşünülemez.

Aynılık ve farklılık, cemaate mahsus kavramlar değildir. Hem cemaatte hem de birlik esasındaki tarikatta aynılık da farklılık da, bir şekilde vardır. Aradaki ayrım, gerçeklik ve sahtelik üzerinden çıkar.

Cemaat, “birlik” esasındaki hakikatın ve bu merkezdeki tarikatın veya seyrusüluk ehlinin, aslen teşkil ettiklerini, sahteleştirir.

Cemaatte aynı kalan, köleliktir; fark eden ise, kölelerdir.

Oysa seyrusülukta aynı kalan hür olan özdür; fark eden ise, hürler; hem de hiç beklenmedik suretlerde, her yerde, her devirde, ansızın belirerek.

Bu nedenle cemaat, yaygın olarak tek tipleştirme üzerinden ortaya çıksa da, bu durum şart değildir. Görünürde çok tip, çok çeşit ve çok seçim sahibi bireylerden oluşturulmuş cemaatler de olabilir. Bu çok tip, çok çeşit, ve çok seçimli bireylerde aynı kalan şey, köleliktir.

Genel esaslara yönelmeden, aradaki ayrımları görmek mümkün değildir.

Genel esaslara yönelmek isteyen ise, bireyin “yerlerini”, yani nelerle vücud bulduğunu dikkatle anlamak, kavramak ve bilmek zorundadır.

Ne nerededir, ne neye bir yerdir, bilmeden, hakk ile batılı ayırmak ve furkan sahibi olmak olanaklı değildir.

Birliğin ve tekliğin mahalli ile, bütünlüğün ve parçalılığın mekanı aynı değildir. Benzer şekilde tarikatın ve tarikattaki salikin yeri ile, cemaatin ve cemaatteki müntesibin yeri de aynı değildir. Cemaat müntesibi, insanın izafi bir yerinde yaşam sürer, salik ise farklı bir yerinde; bu yer izafi değildir. Salikteki yer, esasen cemaat müntesibinde de vardır. Aksi halde birlikten söz edemeyiz. Fakat cemaat, müntesibindeki bu yeri, kendisiyle, yani cemaatle işgal eder.

Salik, birlik mahallinde yol izler. Birlik mahalli, hürriyetin mahallidir.

Hürriyetin mahalli gönüldür.

Cemaat, cemaate bağlananı, birlikten alıkoyar, gönülsüz eyler. Böylece onu cemaate köle eder.

Kölelik, gönlün kapatılmasıyla ortaya çıkar. Gönül kapatıldıktan sonra, gönlü kapatanların farklılığı, nihayetinde gönlün kapatılması açısından, farksızdır. Ancak bunların farklılığı, görünürde ortaya çıkan çeşitliliğin esasının aynı olduğunun anlaşılması bakımından, ve kapatılanları tefrik edip gönle giden yolu tek tek açmak bakımından önemlidir.

Cemaat, müntesibindeki hürriyet mahallini, yıkarak kapatır.

Böylece cemaat, gönül yıkarak iki cihanı da berbat eder.

Genel esaslar bilinmeden, ve birey bu genel esaslar itibariyle anlaşılmadan, bu hususların mahiyetçe hangi anlamları ifade ettiği görülemez. Mesela bir “yer (topos)” düşünülmeden, bir varlık düşünmek olanaksızdır. Burada “yer (topos)” ile, “konum”, “lokasyon” ve bu manada “mekan” düşüncelerini kastetmiyoruz. “Yer (topos)” ile, “varlıksal dayanak” tasavvurunu kastediyoruz. Varlıksal dayanak, bir şeyin varlığını borçlu olduğu dayanak demektir. Mesela o şeyin iptali halinde, söz konusu varlık da yok olur. Yahud o şeyin esası neyse, o şeye dayanan varlığın da esası bu olur ve bu esasını kendi suretiyle aşamaz. Bu bakımdan varlık, kendi esasına bağlı olmak zorundadır. Bu manada varlıksal dayanak, şeye mahsus “yer”dir.

Yerler itibariyle fark, şeylerin esasları itibariyle farkını verir. Yerler itibariyle fark etmeyen çeşitlilik veya değişiklikler ise, esasen bir farklılık, esasen bir değişiklik değildir. Bu bakımdan aynı yere, yani gönül yıkımına dayanan cemaatler, ister dini suretle olsun, ister dinsiz suretle olsun, isterse başka bir şekilde, hiçbirinin diğerinden farkı yoktur. Cemaat müntesibleri de, benzer şekilde, birbirlerinin yekdiğeriyle aynıdır, aynı özelliktedir; istedikleri kadar birbirleriyle çatışsınlar, istedikleri kadar başka başka şeyler savunsunlar, farketmez.

Farklı farklı olarak görünen bütün cemaatlerdeki cemaat müntesipleri, köle olmak bakımından, aynıdır, aynı dünyanın varlıklarıdır. Bu kölelik, kategoriktir. Ne kadar serbest olursa olsun, ne kadar keyfince hareket ediyorsa etsin, zemini bakımından bağımlı olan, köledir.

Burada zemin ile kastedilen, gönlü kapatan kapıyı tutan, bağımlılıktır.

Bu nedenlerle cemaatler birbirlerinden farksızdır. Ancak seyrusüluk ehlinin yolu, farklıdır.

Gerçek bir farkı ve bir şeyin gerçekte ne mahiyette olduğunu, ancak o şeyin yeri itibariyle belirlemek zorundayız.

Cemaatin “yeri” ile seyrusüluk ehlinin “yeri” arasında “fark” vardır. “Yerleri” bakımından farkedenlerin, mahiyetleri itibariyle de farkı vardır.

Seyrusülukun bireyde esas aldığı yer, gönüldür. Tarikat, bu yerin kuşattığı, nefs mertebeleri üzerinden, yolcularının kim olduklarına da bağlı olarak, can illerine yürür. Can illeri, gönül ülkesinde birlenir. Bu ülkede İlk de Son da, “yeniden” ve “tekrarsız” şekilde, “idrake” gelir.

Cemaat bireydeki gönülü inkar eder. Bu yüzden cemaat, bireyi, inkar üzerinden kuşatır ve bireyi nefsinin baskılamaları ile nefsinin baskılanmaları arasında bir ölümsüz hayata ve hayatsız bir ölüme mahkum eder.

Başlamadan başlayan hayat, son bulmayan bir sona sürülür ve ne “ilk” ne de “son”, idrake gelmez. Her dem yeniden doğmaya kabil olan insan, tekrarın kabrine sokulur.

Bu iki nokta seysüluk ehli ile cemaat ehli arasındaki iki farkı ifade etmektedir.

Bunlardan mahaller, yani yerler bakımından ortaya çıkan farklar, seyrusüluk ile cemaatin dayanakları itibariyle farklarıdır. Cemaatin gerçek bir dayanağı olmadığı hakkındaki önceki yazıda bulunan belirlenim, bununla alakalıdır.

Yenidenlik ile tekrarlılık itibariyle fark ise, yani zaman ve dem farkı ise, çatı farkıdır.

Önceki yazıda zemin ve çatı farkı olarak andığımız hususların, biraz daha farklı açılardan anlamları budur.

Bunlardan yer farkı, çatı farkından daha önceliklidir bu yüzden bu noktaya daha çok dikkat etmek gerekir.

Yer ile çatı arasında bir önem sıralaması vardır. Yer, yani zemin, çatıdan evvel gelir. Yerdeki bir değişiklik, ve yerdeki bir yıkım, çatıda da bir değişiklik, çatıda da bir yıkım meydana getirir.

Bina, yer ile çatının birlikli tezahürüdür; yer ile çatının birliğini açığa çıkartır. Binaya bakılarak, açığa çıkanda, açığa çıkartılanlar seyre gelir; yani esaslar.

Cemaatin açığa çıkarttığı bir şey varsa, bu, köleliktir, esarettir, yitiriliştir.

Seyrusülukun açığa çıkarttığı ise, ferd olan İnsan’da, cümle hakikatlerdir.

Seyrusüluk ile cümle hakikatleri ortaya çıkartan bu mimarinin, iki ciheti, iki asli unsuru vardır. Bunlardan biri yolcu ve biri de yol gösteren yolcudur. Bu ikisi, bir olup, yol açarlar. Ki İnsan, vurulduğu zındandan, kurtuluşa çıksın.

Sonraki yazıda söz konusu iki unsur sadetinde bazı şeyleri konuşmayı sürdürerek, seyrusüluku konuşmaya devam edeceğiz.

Önceki yazıdaki notun tekrarı: Cemaat/ Kilise (ecclesia)’nın bütün kavramsal çerçevesi için Prof. Dr. Yalçın Koç’a sonsuz şükran borçluyuz.

Leave a Reply

Your email address will not be published.