SEYRUSÜLÛK – III

Türkistan Ermişleri
943 1024 Ahmet Turan Esin
Seyreden Ve Seyredilende
İlk Temas


Çün denize gark oldun, boğazına geldi su
Deli gibi talpınma, ey biçare battın bil
Yunus Emre

 

Bu yazı, seyrusüluk binasının iki asli unsuru hakkında, kendi bağlamımız itibariyle, bir tarif ve tersim vermek için bir hazırlık oluşturmaktadır.

Kendi bağlamımızı, önceki iki yazıda açmaya gayret ettik. I. Yazıda, “zaman”, “ilklik” ve “son’luk” sorunlarından bahis açarak, seyr ve sülukun bu sorunları halletmek üzere harekete geçen insanların bir sanatı ve ilmi olduğunu göstermeye çalıştık. Bu meyanda da ayrımı gerekli bir hale gelmiş bir ihtiyaç olması ve seyrusülukun tertemiz bir insan ödevi ve ihtiyacı olduğunu berrak bir şekilde görülebilmesi adına, tarikat ile cemaat ayrımına gitmek zorunda kaldık ve bu ikisini, tanımlamak suretiyle, birbirlerinden ayırdık.

Tarikat ile cemaati birbirinden ayıran temelin, seyr ve süluk olduğunu söyledik. Bu bakımdan da ferdiyyetin öne çıktığı, “yolcu olmanın” gerekli olduğu hususlarına ısrarla vurgu yaptık.

Bu yazıda verdiğimiz cemaat ve tarikat tanımlarının daha iyi anlaşılabilmesi adına ikinci yazıyı kaleme aldık ve orada “birey ve topluluk” meselesine geniş bir şekilde temas ettik. Buna göre de cemaatin, bazen “topluluk” bazen de “birey” suretinde oluşturulabileceğini görmeye çalıştık. Bu netice, seyrusüluktaki “ferdiyyetin” ve cümle varlığın “birliğinin”, ve bu iki esastaki “tekliğin”, basitçe bir “bireycilik” düşüncesi veya inanışına dayanmadığını da gösterdi. Bununla beraber, bu netice; her manada “topluluk” düşüncesinin reddedilmesi yoluyla “ferdiyyetin” sağlanabileceği gibi nahif bir yaklaşımın, seyrusüluk gibi ciddi ve ağır bir işle alakasının olmadığını da gösterdi. Dahası “çokluk” ifade eden “birliğin”, ferdiyyet” ifade eden “teklik” ile aynı anda teşkil edilebilmesinin zorunlu olduğu hususunun gözardı edilmemesi gerektiği canibince, sırf “topluluk reddi” gibi bir yaklaşımın zaten  ne bireyin ne de toplumun selametli bir şekilde tesisine izin vermediği gibi, “birliğe” de aykırı olduğu yine ısrarla vurgulanmış oldu.

Cemaat, basitçe bir topluluk düşüncesi demek değildir. Ferd de, basitçe bir birey düşüncesi demek değildir. Cemaat ile ferd ayrımını yaparken gidilen “birey” ve “topluluk” düşünceleri, sadece birer basamak, birer aşama ifade ederler. Ferd esasındaki seyrusüluk, hem birey düşüncesini hem de topluluk düşüncesini kuşatır. Çünkü Ferd, yani “ferdi cevher”, hem tekliği hem de birliği kendinde cem ve teşkil eder. Buna karşın Cemaat ise, bireyi ve toplululuğu, birlik ve teklik esasındaki Ferdiyyeti inkar etmek üzere, çevreleyerek hapis altına alır. Bu açılardan netice şudur:

Her topluluk,  birey karşıtı değildir; ama her cemaat, ferd karşıtıdır. Aradaki farkı görebilmek için, “birey”deki çokluyu, “yer’leri”, yani cevheri açmak gerekir. Aksi halde bu işin anlaşılma ihtimali yoktur.

Bu anlamda bireyi, yani ferdi cevheri açmak, ancak seyrusüluk ile mümkündür. Düşünce ve düşünce esaslı yollar, mesela felsefe, bilim ve ilahiyat, bu hususu ancak ve ancak düşüncenin mahiyetinin izin verdiği ölçüde, kısmen açabilirler, o da ferdi cevherden kendilerine gelen şeyler varsa.

Ferdi cevher, düşünce esaslı olsaydı, yani düşünce itibariyle kurulmuş ve mevcut olmuş olsaydı ve asli fiili düşünce olsaydı, ferdi cevheri açmak için “düşünce” ve düşünce esaslı bilimler yeterli olabilirdi. Oysa durum böyle değildir. Ferdi cevher, hiçbir şekilde kıyas veya izah kaldırmaz ölçüde düşünceye aşkındır. Aksine düşünce fiili ve düşünce esaslı her türlü bilim, ferdi cevhere dayanarak, ferdi cevherin verdiği imkanlar kullanılarak oluşur ve çalışırlar. Yani, ferdi cevher, düşünme fiilinin evvelindedir. Kişi düşünmeye başladığı herhangi bir anda, ferdi cevher bu fiilin öncesine geçer, öncesinde yer alır. Bu nedenle her ne zaman ki düşünürüz, ferdi cevher zaten çoktan evvelimize geçmiş olur. Yani ferdi cevhere dayanarak, bu cevherin sayesinde düşünmeye başlamışızdır. Durum böyle olduğu için, düşünme fiilinin ve mahiyeti düşünceden ibaret olan bir idrakın, ferdi cevheri açmaya ve incelemeye kabil olmasından söz etmek de olanaksızdır. Düşünce, düşünceye dayanan şeyleri açabilir ve inceleyebilir; kendisinin dayandığı şeyleri ise, bizzat inceleyemez. Çünkü idrak edemez. İdrak edemediğini nasıl incelesin?

İdrak edemediği şeyi inceleyemeyen düşünce, idrak edemediği şeyi ne mevcut olarak, ne de gayr-ı mevcut olarak tavsif edemez. İdrak edilmemiş bir şey hakkında, idrak yeri bakımından, hüküm oluşturmak abestir.

Ancak, düşünce kendi başına bir cevher, kendi başına kaim bir temel, yani kendi kendine bir varlık da değildir. Bu nedenle düşüncenin kendini bir “temel” bir “esas” olarak alması da kabul edilemez. Düşünce kendi başına bir esas olmadığı için, düşünmeyi mümkün kılan, düşünceye mahsus esasların olması gerekir. Bu esaslar, düşünce fiilinden evvele geldiklerinden, düşünce fiili tarafından “bizzat” idrak edilmeleri olanaksızdır. Bizzat idrak edilmesi olanaksız olan “evvelilerin”, düşünce tarafından yine “bizzat” hükme bağlanması da olanaksızdır.

Ferdi cevherin düşünce yoluyla “bizzat” açılması ve incelenmesi, bu açılardan, olanaksızdır. Düşüncenin yapabileceği, Ferdi cevheri idrak edenin kendisine verdiği malzeme yoluyla ferdi cevheri düşünce içerisinde tanımaya ve tarif etmeye çalışmaktır.

Ferdi cevher tanınmadan, birey ve topluluk düşüncelerine mahsus sorunlar halledilemeyecektir. Daha önemlisi kişinin ve toplumum kendi gerçeğini bilmesi ve kabul edebilmesi de sağlanamayacaktır. Kişinin kendi gerçeğini bilmediği yerde “mutlu” olması da mümkün olmadığından, mutluluk, yani saadet de hiçbir zaman kendisi itibariyle İnsanın olamayacaktır. Çünkü hakikatin bilgisi, aynı zamanda mutluluktur. Kişinin kendine mahsus hakikatini bilmesi ise, ferdi cevheri tanımasına bağlıdır.  Çünkü ferdi cevher tanınmadan, İnsana mahsus gerçekleri bilmeye başlamaktan da bahsedilemez. İnsana mahsus gerçekler bilinmeden, kainata mahsus gerçekler de bilinemez. Bu anlamda “bilgi”nin yokluğu, “cehalet”e izin verir. Cehaletin çıktığı yerde de, Cemaat, kadim zamanlardan beri sürdürdüğü “cahiliyye” davasını gütmek için, fırsat bulur. Ve böylece Ferd’i inkar etmek suretiyle, bireyi ve topluluğu esir alır ve kul, kula köle edilir.

Burada esir alınan, Sahibinin ve Aşıkının hasretiyle yanan, gönüldür. Bu bakımdan cemaatin birincil faaliyeti, gönül evini bozmak, gönül evini yıkmaktır. Aksi halde, kullar üstünde sultasını sürdürmesi mümkün olmazdı.

Ferd Olan İnsan, cemaatin sultası için, bir tehdittir. Çünkü Ferd Olan İnsanda, cemaatin her hilesine, her ihanetine, her desisesine karşı koyabilecek “ilim” ve “kudret” vardır. Bu açıdan, Ferd Olan İnsan, cemaat için bir tehdit olduğu gibi, aynı zamanda, dehşettir.

Ferdi cevherin dehşeti, seyrusüluk ehli tarafından da görülür. Bu nedenle seyreden yolcuların kiminde, bu dehşetlerle karşılaşma demlerinin açık izleri kalabilir, kalmıştır.

Seyrusüluk ehli, Ferd Olan İnsanı tanımaya cesaret edebilen, yeryüzünün tek zümresidir ve en büyük istisnadır. Bu nedenle bu işi, onlara bakarak anlamak gerekmektedir.

Sonuç olarak Ferd Olan İnsan, yani ferdi cevher, adına seyrusüluk denilen hususi bir yolculukla tanınır ve incelenebilir. Bu nedenle seyrusüluk esasa alınmadan, ferdi cevher bulunamaz ve cahiliyyenin sultasına karşı koymak da mümkün olmaz.

Seyrusüluk ile kastettiğimiz, İnsanın, kendine mahsus cümle hakikatleri kendisinde teşhis ve teşkil edebilmesi için çıkılan yol ve idrak sürecidir. Buna daha farklı isimler ve nitelemeler vermek de mümkündür. Ancak biz birçok açıdan bu tabiri kullanmayı daha doğru buluyoruz.

Amaç, İnsanın kendisine mahsus hakikatleri teşhis etmesi ve idrak etmesi olunca, iş, kişinin hakikatle arasındaki münasebetin ahvaline göre çok çetin bir hal alabilmektedir. Kendisi bunca çetin olan bir şeyi, söz kalıbı içerisinde ve düşünceye de hitab eder şekilde açabilmek, dolayısıyla kolaylıklardan vazgeçmeyi de gerektirebilmektedir. Bu nedenle zor bulunan tabir ve yaklaşımların sabırla karşılanmasını bekleriz.

Her şeyden evvel şu hususun altını iri iri çizerek söylemek gerekir: Seyrusüluk, Peygamberler mesleğidir. Bu nedenle de bir “Vahiy”, yani “Allah Kelamı” meselesidir. Seyrusülukun “Allah Kelamı”yla alakalı olması nedeniyle, bu işin şaka kaldırır hiçbir yanı yoktur.

Bu noktanın iyice düşünülmesi, ve Cemaatin neye karşı olduğunun da bu açıdan iyice anlaşılması, Cemaati tanımak ve desiselerine karşı koymak bakımından hadsafhada önem arzeder.

Yukarıda yazılanlar bu açı dikkate alınarak, daha iyi anlaşılacaktır.

İkinci olarak altını çizeceğimiz bir diğer husus ise, seyrusülukun bir çeşit “usta ve çırak” ilişkisine benzemesidir. Bu nedenle seyrusüluk binasının iki asli unsuru vardır. Bunlardan ustaya, bu bağlamda, “yol gösteren yolcu” nitelemesini, çıraka da “yol seyreden yolcu” nitelemesini verdik. Her ikisinin de ortak olduğu husus, “yolcu” olmalarıdır. Yolu “gösterenin”, Yolu “seyreden”den farkı, Yolu bilmesi, yani “aslen Yolcu” olmasıdır. Bu sebeple de seyrusüluk, bir ilimdir ve yol seyredeni yolcu etmesi bakımından da, bir sanattır. Bu sanat, bir mimari eser olarak Yolu açığa çıkartır ve esir edilmiş İnsana, asli vatanını hatırlatmak için bir kurtuluş ümidi olarak zuhur eder.

Yol gösteren yolcu’nun, dilimizde bir çok adı vardır. En bilineni, “Pir (şeyh)” yahut “Hace (mürşid)”dir.

Yol seyreden yolcu ise, dilimizde, “derviş”, “fakir”, “muksit”, “murid”, “evlat”, “talib” gibi sıfatlarla da anılır.

Birçok ayrıma gitmeden, genel olarak böyle söyleyelim.

Şimdi bu hususları aşağıda kendi bağlamında açmaya başlayalım ve hazırlığımızı oluşturalım.

Tekrar edelim; seyrusüluk, seyreden yolcu ve seyirde yol gösteren yolcu arasında, bir yolculuktur.

Yol, kaynaktan yolcuya gelir, yolcuda açılır.

Yolcuda açılması nedeniyle yol, yolcuya mahsus bir “yer’de’dir”. Bu “yer”, seyrin de mahiyetini belirler.

Seyr ve yer, yani “seyr yerleri”, her bir kimse için geçerlidir. Genel olarak herkes, bir yerden seyreder.

Ancak seyrusüluk ehli için farklı olan, kendindeki “yer’leri” açarak farketmek, farkedilenleri katetmek ve her bir yer’de, o yer’e uygun şekilde seyrederek, yol gitmektir.

Bu bakımdan dikkate alınması gereken, birey’deki “yerler” ve bu yerlerde “seyre gelenlerdir”.

Bunun için “seyr” kavramıyla, “idrak”ı kastettiğimizin anlaşılması gerekir. Eğer seyr ile idrak’ın kastetildiği anlaşılırsa, idrak eden herkesin aslında seyrettiği de anlaşılmış olur. Bu noktadan sonra yapılması gereken ayrımlar ve seyrusüluk ehlinin farkı da daha iyi görülebilir.

İdrak eden her bir kimse, aslında seyirdedir.

Aynı kişi, farklı idrak yerlerinde, aynı şeyi, farklı mahiyetlerde seyreder.

Yolcu, aynı şeyi, farklı idrak yerlerinde, seyrinde açarak, yol’a gelir.

Aynı şey, mesela zerre, içinde kürre barındırır. Yolcu, zerre’de, kürreyi de seyreder, kürre’de de, zerre’yi.

Eliyle dokunan, eliyle seyirdedir. Gözüyle gören, gözüyle seyirdedir. Elle dokunulan ve gözle görülen, aynı şeydir. Aynı şeyde, farkı şeyler seyre getirilerek.

Eliyle dokunanın eli, kendisinin dışındaysa, eliyle dokunduğu, dışında seyirdedir; gözüyle görmesi açısından da durum aynıdır.

Mesela bu kişinin eli, dışında olduğu için, bu dışına izafeten seyr yeri olan bir de içi vardır. Yani dışta bulduğunu, bu içten seyreder. Dışta bulunup da içte seyir olan bu idrake, “algı” denir. Bu anlamıyla, algılayarak seyredenin, içi ve dışı “ayrı”dır.

Fakat seyir, “bir” etmeye bağlıdır. Hiçbir şey “bir” ve “birlik” edilmeden, seyredilemez.

Ancak, aslında ayrı olanları “bir” seyretmenin yolu, ayrı olanların ayrılığını örtmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Bu örtme nedeniyle aslında dışında bulduğunu içinde seyreden, iç ve dış ayrımı yokmuş gibi davranarak “bir” seyrettiğine hükmeder. Çünkü iç ve dış ayrımını örtmeden, “bir” olarak seyredemez, yani kısacası, seyredemez.

Çünkü seyir, “bir” etmeye bağlıdır ve de “birlik” etmeye.

“Dış yer” ve “iç yer” ayrımları itibariyle “bir” seyredilenlerin farkı, seyirdeki birliği, gizlice bozar. Bu bozunumun en açık şekilde farkedilmesinin yolu, bu ayrı yerlerin zamanlarına bakılarak belli olur.

Bu noktayı bazı örneklerle açabiliriz.

“Dış yer”in zamanı, sürekli akar gibidir, yani “bir an” yokmuş da, ansız sadece bir süreç varmış gibidir. “İç yer”in zamanı ise, “an, an” akar gibidir.

Mesela olgun bir Amasya elma’sı düşünelim. Bu Amasya elma’sı, zaman içinde çürüyor olsun. Böylece bir olgun Amasya elma’sının zaman içinde çürümesini algıladığımızı varsayalım. Bu elma, iç yer’de her anıyla hatırlanarak her anıyla aynı elmadır; oysa dış yer’de ya öyledir, ya böyledir. Yani bir vakitler olgun, taze bir elmadır, bir vakit sonra çürümüş gitmiştir.

Çürüyüp giden bu Amasya elma’sı, iç idrakte olgun haliyle de, çürük haliyle de, mevcuttur. Eğer olgun halini düşünürsek, çürümüş Amasya elma’sı, çürümemiş olarak, iç’te mevcut olur.

Dış yer’in zamanında, aynı şey, bozunup giderken, iç yer’de, bozunması da, bozunum öncesi de, aynen varlığını sürdürür.

Bu bakımdan Amasya elma’sının “varlığı” da, bu iç ve dış ayrımı sebebiyle, ikiye ayrılmıştır.

Eğer iç yer’in zamanı, dış yer’in zamanından “ayrı” ve “farklı” olmasaydı, Amasya elma’sının varlığı, ikiye ayrılmazdı.

Aynı elma, iç yer’de, unutulmadığı müddetçe, yok olmamaktadır. Oysa dış yer’de, elimizden, gözümüzden silinip gidebilmektedir.

Peki bu Amasya elma’sı var mıdır, yok mudur? Aynı anda dış yerimizde mevcut olmayan ama iç yerimizde mevcut olan, yani aynı anda hem mevcut hem de mevcut olmayan şey’i, “bir seyretmek”, yani, mesela onun varlığını, “bir seyretmek” nasıl mümkün olacaktır? Bir yerde var, bir yerde yok olan, nasıl “bir” olsun.

Amasya elma’sı seyrindeki bu ayrıklık, Amasya elma’sından mıdır yoksa seyredenin ahvalinden midir?

Eğer iç ile dış ayrıklığı olmasaydı, Amasya elma’sı nasıl algılanırdı? Yani elma’nın seyri, ne olurdu?

İç ile dış ayrıklığına tabi iken, bu ayrıklık yokmuş gibi davranan gafil, Amasya elma’sını bir müddet idrakında, “bir” olarak varedebilir. Sonra bu “varlık” hükmündeki birlik, elma’nın bir şekilde dışardaki bozunumuyla, yok olur. Gafil için birliğin bu bozunumu, Amasya elma’sına olan dar kapsamlı ihtiyaçlarına veya anlamlandırmalarına izafi olarak, dikkate değer bulunmaz. Ama eğer elma hakkındaki bu birlik bozunumu, hayati derecede olsaydı, bu keyfe göre ayrılıp birleşme işi, ciddiye binerdi.

Ne var ki gafillerin her işi, ciddiyetsizdir; en ciddi gibi davrandıkları dahi. Böyle olmasaydı, bir Amasya elma’sının gün gelip kendi hakkını bu ayarda sorabileceği hususunda herhalde çoktan bir kaygıları olurdu.

Seyrusüluk ehli için her nesne, her varlık, ciddidir. Çünkü her varlıkta, bilinmeyi bekleyen, bir gerçek vardır. O gerçek, sülukun da gerçeğidir.

Bu örneği şimdi de içsel bir şeyi merkeze alarak yapalım. Bir Amasya elma’sı hayali düşünelim. Bu hayali elma, iç yer’de mevcut olsun. Ancak dış yer’de, yani ne elde, ne de gözde, mevcut olmasın.

İç yer’de mevcut olup da, dış yer’de mevcut olmayan bu Amasya elma’sı, idrak’ın ayrıklığı sebebiyle, “bir” ve “birlik” esasında “seyirde” değildir. Böyle seyirde olmamak nedeniyle de, varlığı ve yokluğu “ayrık”tır. Ancak yine de, sadece iç’sel idraki bakımından, bir ve birliktedir. Bu bir ve birlik durumu, dış’ın yok sayılmasına izafi olarak, bir ve birliktir. Ancak dışın yok sayılamamasıyla beraber, seyrin bütünlüğü bakımından, içteki birlik, sadece seyrin bir cihetine mahsus, izafi bir bireyleştirme faaliyetinden ibarettir. Çünkü içte bireyleştirilse de, dış’ta mevcut edilmeyen, iç ve dış olarak ayrılan seyrin bütünlüğünde, bir olarak mevcut değildir.

Mesela bu örnekteki elma, hayal eden kişiye göre, bir şekilde vardır. Aksi halde bu şey hakkında herhangi bir şekilde içsel bir idrak, bir hüküm, bir varsayım, yani herhangi bir şey oluşturamazdı. Her nasıl yapıyorsa, iç yer’de, yani kendi içinde, bir varlık oluşturmuş durumdadır. Ama iç’teki bu varlık, dış’ta mevcut değildir. Bu nedenle mesela, dıştaki birine, iç’teki Amasya elma’sını, dış’ta gösteremez. Göstermek istiyorsa, bu hayali içsel varlığı, dışardaki birinin hayalinde resmetmesini sağlayacak şekilde anlatması gerekir; bu resim, sadece anlatmak yoluyla, dışta oluşamadan. Yani mesela bu resmi, dış’ta tuttuğu kendi eline, kendi gözüne dahi gösteremeden. Hem kendi eli, hem de, diyelimki dıştaki başka birinin eli, içte hayal edilen Amasya elma’sının varlığını, el vasıtasıyla, idrak edemeden. Sonuçta dıştaki el, idrak edemediğine de “var” diyemez. İç’teki Amasya elma’sı, sadece iç’teki hayale mahsusen var edilmiştir, dışta ise vok bırakılmıştır.

Gafillerin, varlık ümidi verip de yok bıraktığı şeyler ne de çoktur. Bu konuya girmeyelim.

Bu örnekteki kişi, içte bir varlık, dışta ise yokluk bulmuştur.

Çünkü bu örnekte, dış’taki yokluk, içte’ki varlığa, iç’teki varlık da, dış’taki yokluğa, “temas” etmemektedir. İşte bu “temassızlığa”, “ayrıklık”, “ayrışıklık” diyoruz.

İçteki varlığın dışta yok bulunması, seyrusüluk ehli için, atlanamaz, şöyle kenara bırakılamaz, can alıcı bir hakikat meselesidir.

Burada meseleyi çıkartan, hayallerin, ideallerin dışta var edilip edilmemesi değildir sadece, daha ince bir şeydir; yani buradaki “ayrışıklık” durumunun farkedilmesidir. Neden ayrılık var, neden ayrışıklık var? Meseleyi çıkartan budur. Çünkü seyir ehli görür ki, burada ayrışıklığı gizleyen, yalandan bir “birlik” de var; ve gerçekten “birliği” saklayan, gizlenen bir “ayrışıklık”. Yoksa mesele evvela hayal ettiğini gerçek etmek değildir. Seyir ehlinin meselesi,  evvela yalandan birlik veren ayrılığa uyanmaktır. Yoksa seyrusüluk ehlinin muhayyelatı dahi zaten hakk’tır ve gerçekten “bir” ve “birlik” olmak durumundadır. Onlar yalan nedir, boş hayal nedir, bilmezler. Bir şeyi var ve yok arasında bırakıp da hakkını çiğnemezler.

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, seyirde “dış yer” ve “iç yer” itibariyle bulunan “ayrışıklık”, seyr’in birliğinin bozuk olduğunu gösterir. Yani aslında bozuk olana, bozuk değilmiş gibi aldanıldığını.

Yolcu, “yeri” itibariyle seyrinde “aldandığını” farkederek, seyrinin hakikate ulaşması için, harekete geçer. Elbetteki bu hareket, aldanılan “yer”in, terkedilmesi demektir.

Bu nedenlerle yol, terk ile başlar ve nihayet, terkle mühürlenir.

Bu iki terk arasında, “başlar boyunlarından kopar”, “yürekler ağızlara gelir”, “çocuklar kocamış ihtiyarlara dönüşür”…  gök yarılır, yıldızlar düşer, Güneş ve Ay bir havlu gibi dürülür. Bu nokta, Allah’ın istisna tuttuğu hariç, hiçbir dile, hiçbir anlatıya gelmez..

Bu noktayı böyle bırakalım.

Yolcunun farkettiği şey, daha farkedeceklerini fişekleyen bir başlangıçtır.

İşte bu yerlerin farkedilmesi ve katedilmesi, “yer’de yolu gösteren”i görmekle başlamıştır.

Çünkü yer’deki yolu gösteren, yani işi zati itibariyle bilen bulunmadan, yol görülmez, yol bulunmaz.

Bu noktayı kısaca ve bu bağlama uygun şekilde biraz daha açalım.

Yol’u gösteren, genellikle yukarıdaki örnek itibariyle, mesela “dış yer’den” görünür. “Dış yer”de yolcu adayının karşısına çıkar ve dış yer’den konuşur. Yani mesela çarşıda, pazarda, hankahta, mektepte, kahvehanede veya benzeri bir yerde zuhur eder. Çeşitli uzmanlık, zevk, ilgi alanları ve beşer lisanları ile bir şekilde konuşur, hitab eder. Hitaptaki durulan yer, mesela çarşı pazar ve konuşulan lisan, yolcu adayı itibariyle dışarıdadır, yani dışta görünür.

“Yol’u gösteren”, dışta görünmek bakımından, “yolcu adayı”nın, geniş anlamdaki “dış’ında”, seyrine girmiştir.Yani daha önce “dıştaki seyir”de algıladığı renkler, nesneler, insanlar, yapılar gibi, “yol gösteren” de, dıştan seyre girmiştir.

İyi bakılırsa, genel olarak dıştan seyre girenlerin kimisinin sesi kimisinin anlaşılır bir dili ve lisanı vardır, hatta ki kimisi, yolcu adayına bu seslerle ve dil’le hitab ederler.

Ama dıştan seyre giren her ses ve her görüntü, dil değildir.

Dıştan seyre giren şeylerin, içte, yani iç seyirde bir “yer”i vardır. Bu yer olmadan, dıştaki seyir, iç seyirle “birlenip” de seyir olarak ortaya çıkmaz. Bu hususu yukarıda söylemiştik. Bunu tekrar hatırlayalım.

Şimdi, dıştan seyre gelen her ses ve her görüntü, sadece ses ve sadece görüntü olmak bakımından, içte hangi yere mahsustur? Bu soruya dikkat edilmelidir.

Dıştan seyre girecek olanın içteki yerine gelmesi söz konusu olmadan, dışta ne seyredildiğinden bahsedemeyiz. Sadece ses ve görüntü öbeği, kendi başlarına bir “anlam”, bir “mana” değildir. Bu nedenle sadece ses ve görüntü seyri, idrak manasında bir seyir de değildir. Ses ve görüntü öbekleri ve benzeri şeyler, mesela dokunuş öbekleri de, “anlam” ve “mana” kılınabilmesi için, bir şekilde “dil” yerine gelmelidir. Yani, “dil’e gelmelidir.”

Seyirdeki kişi, dışta, sadece ses, görüntü, dokunuş türünden öbekleri, iç’te, bir çeşit “dil” ile seyre getirir. Yani tüm bunlar, seyredenin iç’teki “dil’ine” gelir ve orada “anlam” bulur; yani dile gelmiş olur.

Ancak, dışta seyredilenler, iç’teki dil’den de bağımsız olarak, bir “dil’le” seyre geldiğinde, durum değişir. Çünkü bu seyirler, artık sadece seyirdekinin kendi içsel dil’iyle konuşmaya bağlı değil, kendilerine mahsus dillerle konuşan şeylerdir. Bu nedenle, mesela bu idrak edilenlerin ne “anlama” geldiklerini, ne ve kim olduklarını, sadece seyredenin kendi içsel “anlam yeri”ne bağlı olarak değil, kendilerinin kendilerini anlatmasına, kendilerini tanıtmasına bağlı olarak da “anlamak” zorunluluğu ortaya çıkar. Bu nokta, aynı zamanda işlerin karışmasının da başlangıcı olur.

Dışta “dil” sahibi olan seyirdekiler, ne diyeceklerdir? Ve seyreden kişi, onlara ne diyecektir?

Bu nokta, seyrusüluk ehli haricinde, kimsenin üstesinden gelemediği, seyrin en ikircikli, en zahmetli cihetlerinden birini teşkil eder. Konunun gündelik açmazlarını herkes her gün farklı düzeylerde deneyimler. Güvensizlik duygusu, olaylara şaşırmak, yanılmak bunların sıradan sonuçlarıdır. İşi halletmek için harekete soyunan felsefeciler, bilimciler ve ilahiyatçılar da, çoktan bunları kimsenin artık handiyse halledemeyeceği derekeye getirene kadar ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Eğitimi alınan şey, işleri daha da karıştırmanın ciltler dolusu bir talimidir. Sonuçta üzerinde yüzyılların verildiği temel sorunlar bir beton blok gibi orada yerinde durur.

Bu hususları felsefe ve ilahiyatın çaresizlikleri bakımından diğer yazılarımızda incelemeye almıştık. Burada daha fazla bu çaresizlik üstünde durmayalım. İşi, yol gösteren yolcu’nun farkına getirelim.

Yol gösteren yolcu, seyre dışardan gelir, dışta bir yerde, ve dışta bir dil’le. Yolcu adayı, “yol gösteren”i, genel şekilde söylersek, bu ahvalde farkeder. Ancak bu farkediş, henüz O’nun kim olduğunu farketmek seviyesinde olmadan. Bu sadece, bir “karşılaşma” durumudur. Bu karşılaşma, dıştan, yol göstermek amacıyla yapılan bu mahalli hitab açısından da “ilk temas”tır.

Tüm o beton bloku gibi olan meseleler de, bu ilk temas’la hal yoluna koyulacaktır. Ancak bu temasta, bundan daha önemli şeyler vardır.

“İlk temas”, çok çeşitli konulardan, çok çeşitli duygulardan birini veya birkaçını konu etmiş olabilir. Mesela bir bardak su veya bir öğün yemek ihtiyacı, bir entelektüel problem, bir hastalık nedeniyle tedavi arayışı veya bir alışveriş hali içindeyken olabilir. Bir eğlence mekanında eğlenirken, ıssız bir yerde hüzünlenirken, merak sebebiyle sosyal medya adı verilen yerde bir meseleyi takip ederken, ilaç ararken, ticaret yaparken, iş yahud işçi ararken, hatta belki de bir oyuna eş ararken… hiç farketmez. Her şekilde, her ortamda olabilir. Bu her şekil ve her ortam olarak değişenlerde aynı kalan, sadece ve sadece yol gösteren yolcu ile yolcu adayının “ilk temas’ına” kaynaklık edecek olan, “haller”dir, o kadar.

“İlk temas”a kaynaklık edecek “haller”, yolcu adayının, yol gösterene çağrı açan, kendine mahsus, arayış halleridir. Yani yolcu adayının, dikkati kendi üzerine çeken, kendisindeki bir yerde bulunan, bir halidir. Bu hal, yol gösterecek olanla temasa bir çağrı olarak, “ilk temas”ı da mümkün eder.

Halin kaynaklandığı yer, yol gösterenin de bulunduğu bir yerdir. Yani yol gösterecek olan ile daha evvelden olan temasın bir yeridir.

Hal, bu evveldeki temas yerindedir. Dıştan karşılaşma suretinde gelen “ilk temas” ise, bunun bir sonucu.

Evveldeki bu temas, “ilk temas”a davetiye çıkartır.

Evveldeki bu temas, bu nedenle, “ilk temas”tan evvel gelir.

“İlk temas”tan evvel gelmesi nedeniyle, hal yoluyla vücud bulan temas, “asli temas” yeridir.

Yol gösteren yolcu ile yol görecek yolcunun “ilk temas”ını sağlayan, bu sebeple, “asli temas”tır.

“Asli temas” olmasaydı, “ilk temas” da olmazdı.

Yani “asli temas”, “ilk temas”ın da “ilki” olmak bakımından, önce gelmiştir. Önce gelen bu temas, yol gösterecek olan ile yolcu arasındaki “çağrı”yı teşkil eder.

Çünkü “yol gösteren” de, “yolcu adayı” gibi, bir “arayış” içindedir. Bu “arayış”, asli yerde “duyulur”. Duyanlar ise, “ilk temas”a hazır hale gelirler.

Duyulandaki çağrı, duyanın “asli yerinde” olduğu için, yolcu adayı, bu yere karşı perdeli durumdayken, yani halinin mahiyetinden bizatihi örtülü iken, çağrısı farkta, yani izafi mahiyetteki idrakinde olmayabilir. Ancak “yol gösteren” bakımından, “arayışa yönelik çağrı” cihetinden, bu yer, “idraktedir”. Yol gösteren, bu asli yeri bilir. Yolcu adayında bunu görür. Gördüğü şey, kendisindeki bir yerdedir.

“İlk temas”, bir bağlamsal ve koşulsal mahallde gerçekleşir. Bu nedenle çok çeşitli konulardan, çok çeşitli lisanlardan, çok çeşitli mekanlardan birinde vuku bulabilir. Her şekilde olabilir.

Ancak “asli temas”, bu bağlam ve koşullardan aşkın bir yerde, sadece kendisine mahsus olanların bulunduğu bir yerde vuku bulur. “Asli temas”ta vuku bulan, “ilk temas”taki tanışıklığın da, bu nedenle, sebebi olur.

“İlk temas”ta yolcu adayının seyrettiği bağlamsal ve koşulsal şeyler, diyelimki meslekler, sıfatlar, şahıslar, görüntü ve ses öbekleri, yani kısacası algıladığı dünya ve o dünyanın içindeki bileşenler, “ilk temas”a gelendeki “içsel dil”e izafidir.

Yolcu adayının, “ilk temas”ta karşılaştığı her türlü konuşma, eylem, yapı ve benzeri hiçbir şey, bu teması “ilk temas” eden şeyler değildir. Bu karşılaşmayı “ilk temas” haline getiren şey, sadece ve sadece, karşılaşılan “yol gösterene (mürşid)” mahsus olan, dildir.

Bu dil, daha önce karşılaşılmış, daha önceki dünyada bilinen bir dil değildir. Bu dil, “asli temas” yerinden gelen, “asli temas”ın dilidir.

“Asli temastaki dil”, yolcu adayının haliyle bir çağrı olarak, yolcu adayında uyanışa geçmiştir. “İlk temas” ile karşılaştıyı şeyde ise, uyanılacak olanın kendisi gelmiştir.

Her ikisini “bir araya getiren” yer, “aslen” başka bir yer, “ilk” olaraksa başka bir yerdir. Bu iki yer, bu karşılaşma içinde, “iç içe” geçmiş halde, birlikte durarak.

Eğer “asli temas” yerindeki “dil” olmasa, karşılaşmadaki temas, bir “ilk temas” olamazdı.

İlk temas, bu temastan öncesi bakımından, bir başlangıçtır. Yani seyrusüluk isimli mimari eserin, başlangıcı. Bu başlangıcı başlatan ise, seyirde dışta bulunup da aslında dış olması mümkün olmayan, “dildir”. Yani mürşid’in, dil’idir. Daha açık söylemek gerekirse, ayrışık dıştaki dünyanın, ilk defa “gerçekten dil’e gelmesidir”.

İlk defa, çünkü, dile gelen şey, “asli temasın” dem’indeki dildir.

Asli temas, ayrışık dışta ve ayrışık içte değildir. Asli temasın yeri, ayrışık olmayan iç’tedir. Bu nedenle teması “ilk” eyleyen şey, dışta seyre gelen bir şeyin, dış ve iç ayrıklığını aşan, asli iç’in, seyre getirmeye gelmesidir.

Yolcu adayı, şimdiye dekki seyrinde, yani ayrışık seyrinde, “ilk” olarak, yani ilk defa kendindeki “asli içi” bu “ilk temas” ile görür görmez, onu tanımış ve göstereceği şeyleri hissetmeye başlamış olur. Bu nedenle bu karşılaşmadan önceki dünya bir kenarda, karşılaştığı ise artık başka bir yerdedir.

“İlk temas”, yolcu adayının, yola gelmesinin ve yoldaki eserin başlangıcı olarak, asli temas’ın, bir umududur.

Bu nedenle bağlamsal özelliği ne olursa olsun, dışta görülen mürşidin içinde görülecek en zahir şey, umuttur. Mürşitin nazarında, bu nedenle, umut vardır. O umut, müridin de kendidir.

Bu açıdan seyrusüluk binasına, umut besmelesiyle adım atılır, ve ilk temas ile her şey, Allahın adıyla başlamış olur.

– devam edecek

Leave a Reply

Your email address will not be published.