YAZ

Hat: Sinan Doğan
739 415 Ahmet Turan Esin

Kalem’e ve Yazdıkları’na andolsun…

Yazı, tarihin en önemli dönüm noktalarından biri sayılır. Eski Mısır hiyeroglifleri ve Sümer yazı sistemi bir çok kere yazının başlangıcı olarak anılmış ve hatta bazılarınca bu başlangıç itibariyle tarihin başladığı da düşünülmüştür. Şu an dünyada bir çok dilde kullanılan Latin alfabesi de bilhassa Mısır’a ve Mezopotamya adı verilen bölgede, Fenikelilere kadar gidip uzanmaktadır. Yine bu bölgeden ve dünyanın başka bölgelerinden çıkartılan, çentik, düğüm gibi düzenli olduğu anlaşılan sistemler de primitif yazının örnekleri olarak alınır. Bu ikisi arasındaki temel fark ise, bugün de kullanılan yazı sisteminin, düzenli ve kurallı ve bir çok açıdan işlevselliği artırılmış bir yazı sistemi olmasıdır. Geniş manadaki bu yazı sisteminin temeli ise resimyazıdır. Resimyazı itibariyle yazının bilinen tarihi, mağara resimleri itibariyle on binlerce yıl geriye doğru gidebilmektedir.

Yazının, resmi baz alırsak, mağara resimleri dönemine mahsus bağlamında, beşerin bilinçsel ve kültürel bünyesinde önemli bir etki alanı oluşturduğu kuşkusuzdur. Öyle ki, resimyazının daha sonra sembolik harflerle teşkil edilen bugünkü yazı sistemine tahvilinin tam bir geçiş ifade edip etmediğini söylemek için henüz erkendir. Tarihte kullanılan minyatür yazının devamı ve bugün, mesela dijital iletişim ortamlarında kullanılan emoji, meme gif vb  adlardaki yazılar; sembolik mantıkta kullanılan notasyonlar, müzikte ses yapısının temsil edildiği notalar, bilişim sistemlerindeki kodlamalar türünden örnekler de yazı sistemlerinde resim, kavram ve sembolün iç içe sürdüğünün ve yazının evriminin veya çeşitlenmesinin devam ettiğinin açık örnekleridir.

Yazının çeşitlenmesi ve evrimi, yazıyla irtibatlı olanların bilinç ve kültür alanlarını da güçlü bir şekilde etkilediğinden, bu değişim, bir çok açıdan önem arzetmektedir. Yine yazı, yazıyla irtibatta olanlar bakımından ne gibi etkileri haiz ise, önemi de bu nisbette olduğundan, yazıyla irtibatta olanların, yazıyla irtibatları itibariyle açılması ve geniş manada yazıya bağlanması gerekir. Yazı tarihin anlamı bu açıdan okunmalı ve değerlendirilmelidir.

Yazıyla irtibatta olanların açılması bakımından bu iş, metafiziksel bir çerçeveye geçiş yapmayı zorunlu kılmaktadır. Çünkü yazıyla irtibatta olanlar, hem yazıyı yazan yazar, hem de yazıyı okuyan okur olarak en az ikiye tasnif edebileceğimiz, bir şekilde bilinci olan ve dili olan varlıklardır. Yazı, bu iki varlık arasında, bilinçsel bir irtibattır, bu nedenlerle.

Bu irtibatın, şu veya bu şekildeki işaretlerle ilişkisi ve bu ilişki içindeki etkisi nedir? Bu sorunun cevabı da, yazı olarak nitelenen şeylerin, bu metafizik çerçeve içinde ne gibi anlamlar ifade ettiğini gösterecektir.

Ancak bu bağlamın açılmasından önce, yazı’nın, daha öncel olarak metafiziksel bir işleyişle temellenmesi ve bu temellerin uygun bir şekilde gösterilmesi gerekir.

Bu yazı, odakları bu noktaya çekmeyi amaçlamaktadır. Daha sonra da, müstakil bir çalışma ile, yazı adı verilen şeylerin, bir metafiziksel çerçeve dahilinde incelenebilmesi için bir medhal oluşturmak amaçlanmaktadır.

Bu yazıda, bu metafiziksel çerçevenin ne gibi bir şekilde çizilebileceğini düşünelim:

Öncelikle, metafiziksel bir çerçeve içinde yazarı ve okuru görmeden, bu etkinin yeterince açılamayacağını anlamak için, ve söz konusu çerçevenin şimdi hemen en çarpıcı şekilde belirebilmesi için, gidilecek en kestirme yol, şimdi burada ne olduğuna bakmaktır. Şimdi ne olduğuna bakmadan, önceden ne olduğuna bakmanın da yeterli bir şekilde yapılabilmesi pek olanaklı olmadığından, şimdi ne olduğuna bakmak, aslında bir diğer anlamda önceden olana ait hafızanın da açılmasını sağlayabilecek bir yaklaşımdır.

Hafızanın böyle bir şekilde açılışı, doğal olarak, şimdi ne olduğuyla ilgili bir çok alışkanlığın ve elde bulunan kanıların da bir anlamda askıya alınması demek olduğundan, hem şimdi ne olduğuna bakmak hem de önceden olanın hafızasını açmak, şimdiyi bir önce ve bu an olarak yeniden tesis edebilmek başarısına da bağlıdır. Böylece bu şimdi, önceden olan o şimdinin de aynı anda bir başka çeşit şimdi içinde bir edilerek açılmasını temin eden, bir üst şimdi, bir üst bu an olarak metafiziksel çerçevenin tüm zamansal mahiyetini de belirleyebilecektir.

Ayrıca, bu üst şimdi itibariyle, ele alınan her bir şimdi olarak belli bir an da, başka türlü çerçevelerden farklı olarak, daha gerçek ve daha sınanabilir bir keyfiyet sunabilmektedir. Böylece farklı açıdan bir bilimsel çerçeve ifade ederek, yazının hem metafiziksel ve hem de, mevcut beklentiler dahilinde, bilimsel açıdan incelenebilmesinin imkanlarını da verebilecektir.

Bu imkan, yazı ve geniş manada dil bilimlerinin tıkanmış sorunlarının halledilmeye dönük bir yeni seyre çıkmalarının da bir yeni yolu olarak anlaşılmalıdır. Çünkü eski devirlere mahsus yapıların, sistemlerin kalıntıları, bir üst şimdi olarak bu an’da açılabilirse, bu kalıntıların birer iz olarak, kendilerine mahsus tarihin yaşanılmasına açılan birer kapı niteliğini kazanması mümkün olabilecektir. Aksi halde kalıntı itibariyle anlaşılmayan yaşam eksik bırakılarak, geriye kalan anlamlardan bir yaşam kurgulamak dışında bir yol bulunamayacak ve tarih, ne geçmişe ne de bugüne ait olamayan, asılsız bir mitolojiden öte bir şey olamaz hâle gitmeye devam edecektir.

Fakat, asılsız bir şey, gerçek olarak kabul edilemez. Tarihi de, gerçekdışı şeylerin bir bilimi olarak kabul edemeyiz. Şimdi burada olanı açsak ve burada asılsızlık vardır diye bulsak, nasıl bu bulduğumuz asılsızlığı gözardı edemiyeceksek, önceki anlar için de böyle bir durumu gözardı edemeyiz. Ayrıca, şimdi burada olanı açarak bulacağımız asılları da, önceki durumda da kendine mahsus keyfiyette bulabilmemiz gerekir; ki işin esası bir olsun; bir şimdi bu an itibariyle, aynılık tesis edilsin. Bu bir aynıda farklı olanlar ve bu farklı olanların bu bir aynı ile kendilerine mahsus biricik alakaları da, her bir şimdiki an için, birliğin birtekliği olarak gerçek olsun.

Öyleyse, tüm bunlara yol aramak üzere sorulması gereken soruyu soralım:

Şimdi burada olan, yani yazarın yazı yazıyor durumda iken, şimdi burada olan, nedir?

Her şeyden önce ilk dikkati çeken, bir boş kağıt üzerine belirli bir düzende bir takım işaretlerin çiziliyor olmasıdır. Bu işaretler her ne kadar sembolik de desek, bir vasıtadır da desek, bunlar bir yazı için öyle büyük bir önemi ifade ediyor ki, işin sonunda  bakılınca, “yazı” niteliğini bütünüyle bu işaretler üstlenmiştir. Fakat tüm bir olan biten itibariyle bu işaretler öbeğine “yazı” deyip geçmek de hemen mümkün değildir.

Çünkü bir kere bu işaret öbeği, bir şeyin bir yazı olması için gerekli olan “anlam” ve “düzen”in kendi başına bir dayanağı olmak konumunda bulunmamaktadır. Yazı, hangi seviyede olursa olsun, bir “anlam” varsa yazıdır. Düzen meselesi ise, “Oku” başlıklı yazıda bir çok ayrıntısıyla söylendiği gibi, yan yanalık, ard ardalık ve işaret etme bağıntıları gibi esasların sağlanması sonrasında teşkil edildiği için, buradaki işaret öbeğinin de kendileri olarak bir “düzen” bir “tertip” üzere olduğu söylenemez.

Buna göre, burada olan “anlamlar” ve belli bir şekilde tesis edilen “düzenlilik”, işaret öbeklerine aşkın bir biçimde, bu bir boş kağıtta birden yer alıyor olmalıdır. Bu durumda da, bu bir boş kağıda yazılan bu yazının, anlam ve tertipleri itibariyle, aslında aşkın esaslara da dayanılarak yazıldığını düşünmemiz gerekmektedir. Yani bu, bu noktada, “anlam” rabtı ve “düzenleyici” tertip kabiliyeti gibi, bu işaretler öbeğine aşkın olan esasların iptal edilmesi halinde, burada idrak edilene yazı diyemeyiz. Yani anlam ve tertip esaslarını kaldırsak, geriye kalan en iyi ihtimalle sadece bir işaretler öbeğidir. Yani bu işaretler, anlam ve tertip esasları olmadan, kendi başlarına bir yazı olarak meydana çıkmamaktadır.

Anlaşıldığı takdirde hemen ulaşılan bu adım, ilk elde işin nasıl doğrudan metafizik bir çerçeveye girdiğini de çok açık şekilde göstermektedir.

Bunu tek bir cümleyle şöyle ifade edebiliriz: Anlam, tertip, işaret olabilme bu açıdan da yan yanalık, ard ardalık ve işaret etme bağıntıları için gerekli olan temsil faaliyeti gibi aşkın veya aşkından esaslar hariç tutulursa, burada geriye kalan, bir takım işaretler cümlesi, işaretler öbeğidir; bu kadar. Buna da yazı diyemeyiz. Öyleyse burada olana yazı denmesinin esaslarından biri, bahsi geçen aşkın veya aşkınsal esasların bulunmasına bağlıdır ve olanı açmak için, bunları dikkate almak gerekmektedir.

Fakat bu noktada acele etmeyip, geriye kalan bu işaretler öbeğinin, nasıl işaret olma veya bir şeye işaret etme kabiliyetinde olma özelliği vardır diye sorgulamaya devam ettiğimizde, anlam ve tertip gibi, “işaret olma” özelliğinin de başka esaslara dayanan bir şey olduğu açığa çıkmaktadır. Çünkü “işaret”, en basitinden bir “ilişki” anlamına gelmektedir. “İlişki” ise, bir şey ile bir başka şeyi, bir şekilde, “bağlama”, “alakalandırma”, “bağıntı dahiline alma” gibi anlamlara gelir. Bir şey ile bir başka şeyin birbiriyle “ilişkide” olması da, ya kendiliğindendir yahut bir başka ilkeye, bir başka şeye bağlıdır. Burada “işaretler öbeği” olarak andığımız “şeylerin”, kendiliğinden bir şekilde birbirleriyle ilişki içinde olduklarını söyleyemeyiz. Öyleyse burada düşünülebilecek bir ilişki, bir başka şeyin, bir başka yerde, bunların ilişkisini mümkün kılmasına bağlı olarak ilişkilenmiştir. O halde, bu ilişki, bu “şeylerin” kendileri itibariyle “zorunlu olmadığını”, ancak bir başka esas itibariyle mümkün olabildiğini göstermektedir. Yani bir başka şey, bir başka esas, bu şeyleri, “birbirleriyle iliştirmiş” olmasa, bunu mümkün kılmasa, bu şeylerin, kendileri bakımından bir “ilişki” özelliği gösterdikleri söylenemez. Bu nedenlerle bunlara kendi başlarına işaret demek de mümkün değildir.

Tüm bu açılardan bakıldığında, bu “şeylerin”, işaret olmak için gerekli olan “ilişki” özelliğini taşımamak sebebiyle, “işaret” olma özelliği de taşımadığını söylemeliyiz. Buradaki “ilişki”,  bir başka şeyden, bir başka yerden kaynaklanıyor durumda olduğu için, “işaret olma” özelliği de, bir başka esasa dayanmalıdır. Yani “işaretler öbeği” olan bu harfler, bu kelimeler, bu cümleler, aslında bir “işaret” de değildir, tıpkı henüz “yazı” olmadıkları gibi.

Yani bu boş kağıtta görülen alfabe ve bu alfabe vasıtasıyla mevcut Türkçe yazım düzenine göre çizilen şeyler, ne “anlam”, ne “düzen (tertip)”, ne “ilişki” ne de “işaret” değildir; ve, “yazı” da değildir. Aksine, bunlara “alfabe” ve herhangi bir zamandaki “Türkçe yazım düzeni” diyebilmek için, “anlam”, “düzen (tertip)”, “ilişki” ve “işaret olma” özelliklerinin, bunlara yüklenebilmesi, yani verilebilmesi gerekir.

Peki ama, nereden?

Bu soruya, sıklıkla, dil sahibi varlıkların uzlaşımı ve icadı yahud incelemeye kapalı şekilde başka kaynakların sebep olduğu şeklinde yanıtlar verilir. Ama bizim merak ettiğimiz bu hızlı veya gizli saklı ve bir çok açıdan anlamı ve mahiyeti belirsiz yerleri hedef gösteren yanıtlar değildir. Çünkü dil sahibi varlıkların uzlaşımı veya icatları, bir şeyin nasıl ilişki içine girme, tertibe kavuşma ve anlam ifade edebilme imkanı elde ettiğinin yanıtı değildir. Esas sorduğumuz, mesela dil sahibi varlıkların, ne oldukları ve bu işaret ilişkisini nasıl verebildikleridir. İşin metafiziksel bir çerçeve dahiline girmesinin nedeni de, böyle bir sorgulamadır.

Bu bağlamın iyice oturması için, önce şu sonucu net bir şekilde söyleyebilmemiz gerekiyor: Burada “yazı” olarak düşünülen şeyler, tüm bunlardan, yani “anlam”, “düzen (tertip)” ve “ilişki olma / işaret olma” özelliklerinden çekilip alındığında, geriye sadece boş bir kağıda çizilmiş/vurulmuş şeyler kalmaktadır. Eski ifadeyle buna, “matbu(ât)” da diyebiliriz. Matbu,”tab edilen” demektir. Tab ise, “vurmak, basmak, iz bırakmak” anlamına gelir. Bunlar ise, vurulmuş, çizilmiş şeyler anlamında, sadece tab’dır. Yani bu durumda, matbu(ât)’ın, yani tab edilenlerin kendisinde, anlam, ilişki ve tertip mevcut değildir; ve tab edilen bu şey, “yazı” da değildir. Buna rağmen, ortaya çıkanın “yazı” olmasının esası, onu yazanın, bir “yazı” hükmünde bunlara “tab” vermesi, yani bunu böyle koymasıdır; kendindeki başka esaslara, başka temellere dayanarak.

İşte bu temeller, bu başka esaslar, tab’ı, yazı yapan temeller ve esaslardır. İncelenmesi gereken de, bunlardır; ki şimdi yazarken ne yaptığımızı görebilelim.

Şimdi bu bakımdan, yazan olmadan ve yazanın tab’ı ve de tab’da saklı tuttuğu (önceden) gelen “ilkeler” ve “esaslar” olmadan, buna “yazı” denmesi mümkün değildir. Bir diğer anlamda bu sonuç; tab’ın, yazının bir mekanı olmaması şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü tab olmadan da, yazı mevcut olabilmektedir; çünkü yazan ve yazanın tab’a muhtaç olmadan yazdığı “anlam”, “tertip” ve diğer bağıntılar tab’sız da mevcut olabilmektedir.

Peki ama nerede, yani hangi mekanda? Bu yazı, tab’da değilse, nerededir? Soruyu bu şekilde düşünmek gerekir.

Yazının tab’da olmadığını farkedebilmiş ve yazının nerede olduğunu sorabilmiş biri için, yazı’ya mahsus metafiziğin incelenmesi daha açık bir hale gelir.

Şöyle ki;

Tab’da olmayan bu yazı, elbetteki yazarda ve de yazar’a irtibat edebilen, okur’dadır; yani boş kağıtta veya buna benzer başka bir yerde değil. Dolayısıyla yazı’ya mahsus metafizik alan da, yazar ve okur’un irtibata girdiği bir alandır; ve bu alanın, yazar ile okur’daki dayanaklarındadır.

Yani yazı’nın mekanı ve bu anlamda dayanağı, yazar’da da okur’da da bulunabilen, bir başka müşterek mekandır; boş kağıt, tab ve bu tab’lardan müteşekkil olduğu düşünülen işaretler öbeği ve alfabe değil.

Bu mekan, yani yazı suretiyle yazar ile okur’un irtibata girdiği mekan, tab’ı, boş kağıtı ve alfabeyi aşmıştır.

İşte bu mekan, dil’dir. Yani yazı, dil’dedir.

Bu sonuç bakımından, şimdi burada olan, aslında, yazar ile okur’un, tab’ı, alfabeyi ve kağıdı aşarak, bir dil mekanında, irtibata girmeleridir.

Yazı’ya mahsus metafizik, bu nedenle, dil’e mahsus metafiziğin alanı içindedir.

Şunu açık bir şekilde görebiliyoruz: yazar, bir dil mekanında yazmaktadır. Okur da, bir dil mekanında okumaktadır. İş, dil’de cereyan etmektedir.

Dolayısıyla dil olmadan, dil başlamadan, tab, çentik, düğüm, kazı, vurma veya başka hangi şekilde bir darp olursa olsun, yazı’dan bahsedemeyiz. Çünkü yazı’nın tarihi, dil’le başlar, dil’in tarihiyle başlar. Sonuçta da dil’e mahsus başlangıç, her türlü darb’ın başlangıcına önce gelmiş demektir.

Dil mekanı olmadan, dil mekanı tesis edilmeden, bu yazı yazılamaz, ve okunamaz; yani yazar ile okur, irtibata giremez. Hangi seviyede bir alfabe, bir tab, bir çizim söz konusu olursa olsun.

Fakat iş tam da burada çetrefil hale girmektedir. Çünkü bu dil mekanında yazar ile okur’un, yazı suretiyle irtibata girmelerini mümkün kılan, yazar’ın, yazı’sını dil’de yazmasını mümkün kılan daha başka esaslardır.

Mesela  yazı’nın, bulunduğu mekanda, bir başlangıçla başlaması gerekir. Bu başlangıç da alfabenin ve tab’ın başlangıcına mukaddem, yani  önceldir. Mesela bu yüzden alfabe’ye ve tab’a son verilmesi, yani bunların yok edilmesi, yazı’nın da sonu, yazı’nın da yok oluşu gibi bir sonuca neden olmaz. Yazı’nın son bulması, yazı’nın yok edilmesi, ancak ve ancak, yazı’nın başlangıç esasına son verilmesine, yazı’nın var edilme esasının iptal edilmesine bağlıdır.

Yazı’nın, bu bağlamdaki başlangıcının, alfabe ve tab’dan farklı olarak, alfabe’nin ve tab’ın zamanındaki bir başlangıç mahiyetinden başkadır. Aksi halde, yazı’nın alfabe ve tab’ı aşmasından zaten bahsedemeyiz. Bu nedenle “Yazı’nın Tarihi”ni araştırmak için arkeolojik ve antropolojik bulguların peşinde koşanların yazdığı tarih, yazı’nın bir tarihi değildir; olsa olsa yazı’nın, tab ile belirlenmesinin bir tarihidir; yani aslında daha çok, tab’ın tarihidir. Yazı’nın tarihi için, dil’in tarihini, dil’in başlangıcını baz almak gerekmektedir. Bu bakımdan da, dil’in zamansallığını anlamak gerekmektedir. Daha da ilginci, bu tarih ve zamansallık araştırması itibariyle asıl açılması gereken de, Yazar’ın tarihi, yazar’ın zamansallığıdır. Ve bu tarih ve zamansallık, tab’ın kronolojik anlamdaki tarihine bir şekilde aşkındır. Yani başka bir aşkın zamana aittir.

Çünkü yazı’yı, alfabeden ve tab’dan aşkın kılan esasların dayanağı, yazar’ın metafiziksel olarak düşünülebilecek esasların kendidir, başka bir şey değil.

Bu durumda mesele, yazar’ın yazma esaslarının anlaşılmasına bağlıdır, metafiziksel olarak; ve böylece dilin başlangıcının açılmasına, sonuç olarak da dilin tarihinin görülmesine ve yazar’ın tarihin görülmesine…

Bu tarihin görülmesi için, bu yazının dilinin başlangıcını dikkate almamız gerekiyor.

Bu yazı, tab haricinde, bir de, Türkçe dil düzenine göre yazılmaktadır. Peki Türkçe dil düzeni, yazarın ve yazısının bir başlangıcı mıdır?

Bunu anlamak için, Türkçe ile irtibatın başlangıcını dikkate almamız gerekir. Türkçe ile irtibat, bu yazı’nın yazar’ının sonradan öğrendiği bir dil olması nedeniyle, yazar’ın başlangıcının sonrasına denk gelmektedir. Bu nedenle Türkçe, yazarın başlangıcı değildir. Yine, bir dil olarak Türkçe’nin edinilmesi için zorunlu olan, dil öğrenme kabiliyetinin de yazarda Türkçe’den evvel bulunması gerektiğinden, Türkçe, yazar’ın dil’inin de bir başlangıcı değildir.

Yazar, Türkçe’den önce, Türkçe’yi edinmesini mümkün kılan dil’e sahip olmasaydı, Türkçe’yi de başka bir dil’i, yani lisanı da edinemezdi. Mesela Türkçe’nin edinilmesi için gerekli olan, “özne”, “nesne”, “sıfat” gibi idrakler olmadan, Türkçe’nin yazar’a bağlanması mümkün olmazdı. Çünkü Türkçe, aslında, “özne”, “nesne” gibi idraklerin kendisinde şekil aldığı bir işleyiştir, diğer diller, diğer lisanlar gibi, yoksa, mesela, “nesne” idrakının kaynağı değil. Yazar’da bir “nesne” idrakı olmadan, Türkçe itibariyle herhangi bir “nesne”yi işlemesi de mümkün olmazdı. Bunun sonucu açıktır: Türkçe, içine doğulan bir dil değildir, diğer diller ve lisanlar gibi; sonradan edinilen, sonradan başlayan bir dünyanın bir dilidir. İçine doğulan dil, eğer Türkçe, Arapça, Almanca gibi lisanlar olsaydı, mesela “nesne”nin, mesela “özne”nin doğumu da, Türkçe ile, Arapça ile, Almanca ile başlar ve bunlarla da sona ererdi. Oysa bu dillerin sona ermesi, nesne’nin ve özne’nin, dolayısıyla yazar’ın sona ermesi anlamına gelemez.

İçine doğulanın bu dillerden biri olması şeklindeki algının nedeni, kişinin, dünyaya doğumu sonrasında bu dillerle öncesi bulunmazcasına çerçevelenmesidir. Bu çerçeve, bu dillerin ortak mahiyeti açısından, bir daralma olarak, daraltılanın öncesinin yerini alırlar; bu nedenle de “başlangıç” olarak algılanırlar. Ancak, en basitinden “nesne”, “zaman” ve “başlangıç” hakkında yapılacak bir sorgulama, bu algının bir yanılsama olduğunu anlamak için bir başlangıç ifade eder.

Bu diller, sonradan, dış dünyadan edinilen ve kişinin daralmasıyla açılan bir hâdis çerçeve olarak, kişinin sonrasına gelir. Bu sonra gelen, bu dilleri konuşanların kendileri bakımından, kişinin öncesi gibi durmaktadır; ancak kişi bakımından, sadece bir sonradanlık durumundadır.

Mesele, kişiden önce bulunduğu düşünülen ancak kişi itibariyle sonradan olanın, kişinin kendisine mahsus “önce’si” için bir “hafıza” barındırıp barındırmadığıdır. Türkçe, için böyle bir “hafıza”nın olup olmadığını anlamak, Türkçe’nin açılmasını gerektirir. Ancak bu yazı, Türkçe’nin açılmasını konu edinmemektedir. Bu yazı, yazar’ın kendinde yaz’masının esaslarını konu edinmektedir. Bu bakımdan da Türkçe, yazarın kendinde yazı’sının sonrasına gelmesi bakımından, yazar’ın ve yazı’sının, yani yazarın dil’inin asli bir başlangıcı değildir.

Yazar, bu dillerden evvel bir dil’e sahip olmasaydı, bu dillere de kâbil olamazdı. Bu nedenle bu yazı’nın mekanı olarak yazar’ın dili’nin başlangıcı, Türkçe’ye de aşkın olmak zorundadır.

Sonuç olarak Türkçe dil düzeni, veya Arapça, İngilizce dil düzenleri ve tarihleri, bu yazının sonrasına gelirler, öncesine değil.

Dikkatli olursak, bu yazının yazarı, bu yazıyı, şimdi yazmaktadır ve bu yazı, yazı’nın bütün tarihinin şimdisindedir. Yani yazarın tarihi ve yazının tarihi, bu yazıyla başlamıştır; tab ve Türkçe gibi bir dil açısından, bir önce söz konusu olmadan.

Bunun da sonucu şudur:

Bu yazının yazarı ve yazdığı bu yazısı, Türkçe dil düzeninde yazılmaktadır ve fakat Türkçe bu yazının esaslarının sonrasındandır. Yani yazı, sadece Türkçe dil düzenine bağlı değildir. Yazarın yazısı, ve yazının ve yazarın başlangıcı, Türkçe dil düzeninden öncedir. Aksi halde, Türkçe, yazı’nın ve yazar’ın asli bir başlangıcı olurdu. Türkçe için geçerli olan bu durum, tüm diğer sonradan edinilen diller için de geçerlidir; Almanca, Arapça, Arnavutça ve diğerleri gibi. Türkçe’yi sonradan öğrenmesi nedeniyle yazar, Türkçe öğrenmeden önce de yazardır (burada sonradan öğrenme ile kastedilen, tekrar hatırlatmak lazım, kişinin varlığına sonra olmak durumudur. Yani bu dillerin hepsi, dünyaya doğan insanların varlıklarının başlangıcının sonrasına gelir). Bu nedenle Türkçe veya benzer başka bir dil, mahiyetçe, yazarın yazı’sının sonrasına gelirler. Yani yazar’ın ve yazı’nın tarihi, yani şimdi bu yazı’nın yazılışının esasları, Türkçe’nin, Grekçe’nin, Latince’nin, Fenikeli’lerin, Mısır’lıların, Sümerliler’in, Babil’lilerin, çentik ve düğüm atanların, kazı kazan, taşa, ağaça, tablete darbe vuranların bu yaptıklarının ve işleyişteki dillerinin hepsinden önce gelir ve şimdi şu anda yazdığı bu yazı, tüm bunlardan önce başlar.

Bu sonuç, bu yazı’nın, kendinde esasları itibariyle, tab, darbe ve bir dil’e de bağlı olmadığı anlamına gelir; ve bu, şuanda, yani şimdide, böyledir.

Öyleyse bu yazı, kendinde esasları bakımından, tab, darbe ve bir dil haricinde, neye bağlıdır, yani nereden mümkün olmaktadır?

Bunun yanıtını bir çok açıdan inceleyebiliriz. Ama işi daha kısa ve katarlı tutmak için, bunu, az önce işi dile bağlı olmaktan ayıran noktaları dikkate alarak anlamaya çalışabiliriz.

Yukarıda işi dil bağından azade ederken odaklandığımız “özne”, “nesne” ve “zaman” kavramlarının, bu yazının kendinde yazı olarak esaslarının aranacağı bir başka uğraktır.

“Aslında “özne”, “nesne” ve “zaman” kavramlarına uğramak, birçok açıdan  sonu gelmez araştırmaların başlaması anlamına gelir. Fakat bu yazı’da bu araştırmalar içinden sadece bir nokta, bu yazı’nın şimdi nasıl yazıldığını anlamak için sınırlandırıcı bir niteliği haizdir ve işi uzatmadan gösterebilmektedir.

Bu nokta, “özne”, “nesne” ve “zaman”ın, bu yazı’nın “şimdi”si için nasıl başladığının sorunudur.

Şöyle bakalım:

Bu yazı, başından itibaren, kendine mahsus bir başlangıcı ve kendine mahsus bir sonu olması, ve bu bağlamda sonuçta bir “anlam” taşıması açılarından, sadece şimdi kendisindeki zamandamıdır, yoksa “bu yazı” olmanın öncesine ve sonrasına da bağlımıdır? Eğer ikinci durumda ise, “bu yazı”nın, kendisi itibariyle değil, bir önce ve sonra itibariyle nesne olması gerekir. Ancak bir önce ve sonraya bağlı olarak bu yazı,  kendi şimdisi, yani kendine mahsus zamanı olabilecek bir yazı olamaz; keza bu yazının yazarı olarak özne’nin de, ve bu özne’ye bağlı olarak yazı’da özne olarak yer alabilen kısımların da, bu yazının yazılmasının bir öncesine veya sonrasına bağlı olması halinde, bu özne, bu yazının yazarı ve yazdığı özne kısımlarının kendi dayanağı olamayacaktır. Öyleyse bu yazının şimdi nasıl yazıldığını sormak ve anlamak da artık gereksizdir. Fakat bu durum, her bir “bu yazı” için, yani yazının başlangıcı ve yazarın başlangıcı için, genel bir “şimdisizlik” ve “başlangıçsızlık” sorunu da oluşturur. Çünkü şimdi “bu yazı”nın incelenmesinin amacı, genel olarak yazı’nın esaslarının meydana çıkması ve bunun şimdi bu yazıda bulunabilmesidir. “Bu yazı”, yazının, şimdisinin metafiziksel bir çerçevesini teşkil etmek ve bir giriş niteliğinde örnek olmak iddiası taşımak ile, birinci şıktaki şartları taşıyabilmenin yollarını aramak ve sorgulamaktadır. Bu bakımdan “bu yazı”, kendine mahsus başlangıcı ve kendine mahsus sonu ile, kendinde bir “bu yazı” olarak, yazının genel esaslarının şimdisinde olarak kabul edilmelidir. Yani bu yazıdaki ilk satırlar itibariyle bu yazı, vereceği “manzara” bakımından, kendi bir zamanındadır. Bu zaman, bu yazının ilk satırları ve son satırları arasında, kendinde bir çerçevededir. Bu çerçevenin öncesi ve sonrası olarak düşünülecek şeyler, mesela bu yazı’ya önce olarak düşünülecek bir yazı, bu yazarın bu yazı’sı bakımından, bir önce değildir. Yazar, tab’a ve Türkçe’ye bağımlı olarak düşünülen önceki tüm yazılardan öncel olarak bu yazıyı yazmaktadır ve bu yazıdaki “özne”, “nesne” ve “zaman”, bu yazı’nın öncesindeki bir “özne”, “nesne” ve “zaman”dan farklı olarak, kendine mahsus bir “özne”, “nesne” ve “zaman”la, sadece kendi bir an’ındadır. Öyleyse bu yazı’ya mahsus “özne”, “nesne” ve zaman, yazarı itibariyle, bu yazı’dan önce başlamış olarak değil de, bu yazı’nın yazılmasıyla, kendine mahsus şekilde başlamış olmak şeklinde kabul edilmelidir. Aksi halde bu yazı, hep bir önceye bağlı kalarak, kendine mahsus bir şimdi’ye, bir “bu an”a sahip olamaz. Ve genel olarak yazı için düşünülmesi gereken öncesizliği şimdi kendinde kabul edemez.

Kendisine mahsus bir şimdide, yazının genel başlangıcını arayan an’a bağlı olarak tüm bu yazı, özne’si, nesne’si ve zaman’ı itibariyle, bu yazının yazılmaya başlamasıyla başlamıştır ve bir kendinde an’a dayalıdır. Bu bakımdan özne, nesne ve zaman, bu yazı’nın yazılmasıyla başlamak dışında başka bir başlangıçta da mevcut değildir.

Daha açık şekilde şöyle ifade edebiliriz: Bu yazı başlar başlamaz, bu yazının öncesinde olmaksızın, özne, nesne ve zaman da, şimdi başlamıştır.

Dolayısıyla bu ifadedeki “şimdi”, bu yazı’nın ilk satırları ile son satırlarının aynı an’ında olan, geniş bir “bu an”dır. Yani bütün bir bu yazı, sadece tek bir bu an’dır. Bu an, yazının başlangıcıyla başlayan, ve sonunu gören okurun, son noktada okuduğu, “anlam”da bir zamansal nokta olarak, görülebilecektir.

Bu bakımlardan da bu yazı, özne’nin, nesne’nin ve zaman’ın da, kendine mahsus bir başlangıcıdır.

Mesela kim ki “bu yazı” şeklinde, yani “bu yazı”daki şartları ve katarı koruyan şekilde  bir “yazı”ya başlar, o bir “bu yazı”sı itibariyle, tab’dan, bir dil’den ve “önce bir yazı’dan” bağımsız bir “özne”, “nesne” ve “zaman”a başlar ve yazar.

Bu bakımdan, başlangıcından itibaren şimdi burada olan, “bu yazı” ile, “özne”, “nesne” ve “zaman”ı da yazan, bir yaz’ının da yazılmasıdır.

“Bu yazı”nın yazar’ı, şimdi, aynı zamanda, “özne”yi de, “nesne”yi de, “zaman”ı da yazmadan yahut yazı’sında şimdi ilk defa bulundurmadan, “bu yazı”yı yazamaz. Tab, tab’ın zamanı; bir dil, yani lisan, ve lisanın zamanı; ve “bu yazı”dan önceki bir başka şeyin zamanına dayanmadan; yani bunlar var olmadan.

“Bu yazı”, bu bakımdan, özne’si, nesne’si ve zaman’ıyla, kendi başına “bir dünya”dır.

Bu yazı’da yazılan da, “bu dünya”dır.

Yani şimdi burada olan, “bir dünya’nın” yazılması ve bu “bir dünya’nın” okunmasıdır.

Tekrar dikkat edelim: Bu dünya, tab’a, lisana ve önceki olarak düşünülebilecek bir başka dünya’ya ait değildir. Kendi başınadır ve kendi başına kendi esaslarını kendisinde açık veya saklı şekilde, ama bir şekilde, taşımaktadır.

Yazar, “bu yazı” olarak, bu “bir dünya”yı yazarken, bu “bir dünya”dadır; ama aynı zamanda da değildir. Çünkü “bu dünya”, yazarın yazmaya başlamasının başladığı noktada açılan, ve o noktada ancak yazar’ıyla irtibatta olan bir sınırla varlığa gelmektedir.

Bu sınır, hem yazar’dır hem de yazı, ve hem değil-yazar’dır hem de değil-yazı.

Öyleyse burada şimdi olan, tüm bir yazı olarak, aslında bir sınır’a geliştir. Bu sınır, “bir dünya” ile, bu “bir dünya’yı” idrak edenin buluşmasıdır; sınır’ın ötesine yahut beri’sine henüz gitmeden ve böylece hem öteye hem de beriye “belirsiz” kalan şekilde.

Bu yazı’nın yazar’ı, bu “belirsizliğin” olduğu yerdedir. Bu yazı’yı okuyan’ın, bu yer’de ne olacağını ve ne olmayacağını yazması hâlinde, durulan sınır, şekil alacaktır. Ve belki de, birlikte, sınır aşılacaktır. Ancak şekil alması halinde yazar ve yazısı, tab’ı da mümkün kılacaktır.

Tarihte ilk yazı örnekleri olarak alınan şeyler, sadece birer tab’dır. Bu tab’lar, sadece dış yüzdür, yazı değil. Bu tab’ların iç yüzünde “belirsizde duran” yazar olmadan, yani bir harfin, bir resmin iç’inde, sınır’daki yazar olmadan, bu tab’lar ne yazı olabilir ne de şekil alabilir. Alınan şekil, yazar’ın bir şeklidir; tab, bu şeklin geriye kalmış bir izi.

Bu iz, bu nedenlerle, iz’in içinde kendi yazarlığına mahsus yüzü görenin de, ya dıştan ya da içten şekil almasının bir kaynağıdır. Bu yüzden de yazı, bu şartlar dahilinde, etkilidir.

“Bu yazı”, sınır’daki yazar’ın, bir yazı’sıdır ve henüz yazı’nın hepsinin anlaşılmamasının kısa bir sonucudur.

Özne, nesne ve zaman’ın ve sınır ile sınırsızın şimdiki yazı’sının şekil ile olan alakası gibi, isim, sıfat ve fiil ile de alakasını dikkate almak ve bunları yazmak, okur’un da yazmasına bağlıdır.

Bu yazı’nın okur’u, bu yazı’yı yazandır.

Öyleyse, yaz.

Çünkü okuyandır yazan ve yazan da okuyan, şimdi, aynı sınırda, önce ve sonra olmadan, öte ve beri arasında, yazı’yı yazacak olan. İki’sine de hem ait hem de gayrı olarak, sanki bir varmış bir yokmuşsun gibi…

Leave a Reply

Your email address will not be published.